30 Temmuz 2011 Cumartesi

Seks sonrası kadın ve erkek davranışları


Cinsel beraberlik sonrasında yaşananlar da önemlidir...


Söz konusu insanın üremesi olduğu zaman cinsel beraberlik sonrasında yaşananlar da önem kazanıyor. Albright College'ın seks sonrası insan davranışlarını inceleyen araştırması bu davranışların cinsiyetlere farklılık gösterdiğini söylüyor.
 
İster uzun ister kısa süreli bir ilişki olsun, cinsel ilişkinin ardından kadınlar erkeklere göre daha çok yakın olmak istiyor ve bağlanma isteği duyan davranışlar sergiliyor.
 
Katılımcılarının çoğunun gençler olduğu 170 erişkine uygulanan online anket erkeklerinse daha çok birlikteliğin tekrarına yönelik hareketlerde bulunduğunu gösteriyor. Ayrıca erkekler daha çok cinsel beraberliğin öncesinde öpüşmeyi severken kadınlarsa beraberliğin sonrasında öpüşmekten hoşlanıyor.
 
Uzun süreli ilişkilerdekiler birliktelikten sonra duş almayı pek tercih etmiyor. Kadın ve erkek arasındaki en benzer davranışsa uzun süredir birlikte olan çiftlerin seksin ardından birbirlerine "Seni seviyorum." denmesine verdikleri önem.
 
Araştırmayı yapan psikolog Susan Hughes, erkeklerin daha fazla üreyebilme potansiyelleri yüzünden doğaları gereği kısa süreli ilişkilere daha yatkın olduklarını, kadınlarınsa çocuk için iyi ebeveyn olabilecek uzun süreli bir partner aradığını söylüyor ancak bir çifti birlikte tutan başka birçok güdü olduğunu da belirtiyor.

Boşanma sırasında yaşanan sıkıntılar

Boşanma, tıpkı evlilik gibi bir “durum” olarak değerlendirilebilir. Boşanmanın öncesi, sırası ve sonrasında yaşanabilecek olan bazı ortak özellikli duygulardan ve onlara eşlik eden davranışlardan söz etmek de mümkündür. Bu uzun sürecin herhangi bir diliminde bir uzmana başvurulması, bu durumun daha kolay şekilde atlatılmasına yardımcı olacaktır. Psikolog Murat Dokur anlatıyor…

Boşanma öncesi dönem
Boşanma öncesi dönem, düşünme dönemidir. Bu dönemde, tatsız olan gerçeğin fark edilmesi söz konusudur. Önce tatminsizlik, hoşnutsuzluk, eşe ve ilişkiye yabancılaşma görülebilirken; sonrasında yoğun korku, çok büyük acı/keder, şok, boşluk, kaos, yetersizlik ve düşük benlik değerinin deneyimlenmesi olasıdır.

Bu duygularla baş ederken, ortaya bazı davranış özellikleri çıkabilir. Partnerle yüzleşmek, tartışmak/münakaşa etmek, terapi arayışına geçmek, inkar, fiziksel ve duygusal olarak içe kapanmak, her şey yolundaymış gibi yapmak ve sevecenliği geri kazanmaya çalışmak bu davranışlardan bazılarıdır. Bu dönemde çiftlerin bilmesi gereken en önemli şey; boşanabilmeleri için önce ilişkilerinin düzelmesi gerektiğidir. Çatışma devam ettiği sürece, boşanma zor ve sancılı olacaktır.


Boşanma sırası dönem
Boşanma sırası dönem, mahkeme dönemidir. Eşlerden biri ya da her ikisi depresyona girebilir; kızgınlık, ümitsizlik hissedebilirler, kendilerine acıyabilir, yoğun öfke, üzüntü ve yalnızlık hissedebilirler. Bu duyguların ardından bir yas tutma ve rahatlama sürecine geçilir. Bu dönemde çiftlerin pazarlık etmeleri, çatışmaya girmeleri, birbirlerini tehdit etmeleri, hatta bazen intihara teşebbüs etmeleri söz konusu olabilir.

Eşler artık fiziksel olarak ayrılmaktadırlar ve boşanma işlemleri kanuni olarak başlatılmaktadır. Buna paralel olarak ekonomik düzenlemeler yapılır ve akraba ile arkadaşlara durum açıklanır. Bu dönemde özellikle ailelerle temasta, boşanma konusunun en az şekilde gündeme gelmesi ve eğer olmuyorsa, temasın azaltılması ve daha sessiz yaşanabilmesi kıymetli olacaktır.

Boşanma sonrası dönem
Boşanma sonrası dönemde dengenin yeniden kurulması söz konusudur. Bu dönemde kişilerin daha iyimser, kararlı, coşkulu, meraklı oldukları gözlenebilir. Bazen pişmanlıklar ortaya çıkabilir. Ancak sonra durumun kabullenilmesiyle birlikte kendine güven artar, benlik değeri yeniden yükselir, bütünlük hissine ulaşılır ve bağımsızlık duygusu deneyimlenir.

Boşanmanın sona erdiği bu dönemde; yeni arkadaşlarla görüşülmeye başlanabilir, yeni bir yaşam biçiminin ve çocuklar için günlük bir rutinin oturtulması ile kimliğin yeniden sentezlenmesi söz konusu olur. Boşanmanın psikolojik açıdan da tamamlanmasıyla birlikte, yeni bir sevgi nesnesine yönelinir ve yeni yaşam biçiminde ve yeni arkadaşlarla rahat olmaya doğru geçilir. Yine bu dönemde, çocukların, boşanmayı kabul etmelerine yardımcı olmak söz konusudur. Boşandıktan sonra; eşlerin, mümkünse zorunlu olmadıkça aynı ortamda bulunmamaları ve aynı arkadaş gruplarında ve/veya sosyal ortamda bulunmamaları tercih olunur. Çocuklarla ilgili olarak da, bir uzmana başvurulması yararlı ve kolaylaştırıcı olacaktır.

İZMİR - JAPON VE BATMANLI ÇOCUKLARA OYUN TERAPİ ÇALIŞMASI

Seferihisar Belediyesi'nin Japon ve Batmanlı çocukları buluşturduğu Seferihisar - Higashimatsushima - Batman Dostluk Projesi kapsamında Japon ve Batmanlı çocuklara iki gün boyunca psikologlar eşliğinde oyun terapisi çalışması yapıldı.
İzmir Ekonomi Üniversitesi'nden Klinik Psikolog Nilgün Köstem ve YA-PA ÇOGEM BURSA Kurucu Psikoloğu Ayşegül Alkış; Japon ve Batmanlı çocuklara iki gün boyunca oyun terapisi teknikleriyle farkındalık çalışmaları yaptırdı. Çalışmalarda çocuklara psikolojik destek verilirken, kültürlerin kaynaşmasına da öncelik verildi. Türkçe ve Japonca derslerinde verildiği eğitimlerde çocukların günlük hayatta kullanacakları kelimeler, cümleler öğretildi.
Çalışmaların oldukça olumlu geçtiğini belirten Köstem ve Alkış; Batmanlı ve Japon çocukların yaratıcılık, olumsuz duygularla başa çıkma, uyum sağlama becerisi gibi alanlarda benzerlikler gösterdiklerini; iletişime ve paylaşıma açık olduklarını vurgularken, bu gibi kültürler arası çalışmaların, özellikle psikoloji, sosyoloji gibi sosyal bilim alanlarında uzman kişiler eşliğinde devam etmesini dilediklerini belirttiler. Oyunun bir iletişim ve farkındalık kazanma yöntemi olarak kullanıldığı çalışmalarda, yaşadıkları terör ve Tsunami gibi travmatik deneyimlere rağmen her çocuğun umut, neşe, heyecan, merak, hayal gücü gibi çocuksu özelliklerini muhafaza ettiklerini görmenin çok umut ve mutluluk verici olduğunu da eklediler.

Bilecik'te "Aile ve Toplum Danışma Merkezi" Protokolü İmzalandı

Bilecik Belediyesi ile Psikoonkoterapi Derneği arasında "Aile ve Toplum DanışmaMerkezi" protokolü imzalandı.
Bilecik Belediyesi ile Psikoonkoterapi Derneği arasında "Aile ve Toplum Danışma Merkezi" protokolü imzalandı. 

Belediye Başkanı Selim Yağcı, makamındaki törende yaptığı konuşmada, 1 Ağustos'tan itibaren 1 yıl süre ile mahalle konaklarında vatandaşların sosyal ve ekonomik sıkıntıları sebebiyle sağlık kuruluşlarına gidemeyen vatandaşlar için Psikoonterapi Derneği ile Aile ve Toplum Danışma Merkezi protokolü imzaladıklarını söyledi. 

Belediye olarak görevlerinin sadece yolsu, elektrik ve alt yapı çalışmaları olmadığını toplumun her kesiminehizmet götürme düşüncesiyle protokol imzaladıklarını ifade eden Yağcı, sağlıklı bireylerin oluşturduğu ailelerin, sağlıklı toplumu oluşturduğunu ifade etti. 

Psikoonkoterapi Derneği Başkanı Uzman Psikolog Sebahat Erler de, protokol ile 2 uzman psikolog ve ek destek elemanlarının haftada 2 gün çalışma yapacağını belirterek, "Bilecik halkının yüksek yararı gereği geliştirilen ve ilki imzalanan protokolden sonra Bilecik ile ilgili vizyon çalışması çerçevesinde bu güne kadar Türkiye'nin çok fazla görmeye nasip olmadığı konuları oluşturmak için çalışacak. Belediyenin bütün birimleri kolektif çalışma içerisinde çalışmış olacak" dedi. 

Konuşmaların ardından Belediye Başkanı Yağcı ile Psikoonkoterapi Derneği Başkanı Uzman Psikolog Erler arasında "Aile ve Toplum Danışma Merkezi" protokolü imzalandı

İngiltere'de yapılan bir araştırma erkekleri etkilemek isteyen kadınların tenlerinin yüzde 40'ını açıkta bırakması gerektiğini ortaya koydu


İngiltere'deki University of Leeds'te yapılan bir araştırma erkekleri etkilemek isteyen kadınların tenlerinin yüzde 40'ını açıkta bırakması gerektiğini ortaya koydu.
Psikolog Colin Hendrie'nin yürüttüğü araştırmada dört kadın araştırmacı, ülkenin en büyük gece kulüplerinden birine giderek balkondan kadınları gözledi. Araştırmacılar kadınların ne giydiğine ve erkeklerden kaç kez dans teklifi aldığına dair notlar aldı.
Araştırmanın amacına göre dağılım şöyle yapılmış: Her bir kol vücudun yüzde 10'una, her bir bacak yüzde 15'ine ve gövde de yüzde 50'sine denk geliyor.
Vücudunun yüzde 40'ını açıkta bırakan kadınlar diğerlerine nazaran iki kat daha fazla teklif almış. Bunun yanı sıra yüzde 40'tan fazlasını ortaya koyan kadınlar ise erkekleri tavlama konusunda başarısız oldu. Çünkü çok fazla açılıp saçılan kadınlar, erkeklerin gözünde sadakatsiz olarak görülüyor.

Gazetecilere Psikolog Desteği

Başka bir açıdan Breivik

Norveç'teki terör saldırılarının ardından kafamızda cevaplanmamış birçok soru var. Hala kurbanların net sayısını öğrenememiş olmamızın yanı sıra polisin niçin bu kadar geç kaldığını, neden hiç kimsenin direniş göstermediğini, saldırgan Breivik'in ruhsal açıdan problemli birisi olduğu için mi, yoksa siyasi nedenlere bağlı olarak mı bu eylemleri planladığını merak ediyoruz. Olayın siyasi boyutları ve yan etkileri bakımından analiz edilmesi kuşkusuz çok önemli, lakin psikolojik boyutun da atlanmaması gerektiğini düşünüyorum. Küçük bir değerlendirme yapalım.
1 - Breivik'in yazmış olduğu 1500 küsur sayfalık manifestodaeklektik bir siyasi duruşun izleri görülse de, kanımca olaypsikopatik terör sınıfında değerlendirilmeli. Zira ideolojisinin ne olduğu tam olarak belli değil. Manifestonun giriş bölümü Unabomber lakabıyla tanınan Ted Kacyzinski'nin antikapitalist manifestosuna çok benzer nitelikte. Sonrasında mevzu tapınak şövalyelerinden, NATO'nun Sırbistan bombalamasına kadar uzanıyor. İslam'dan feminizme, Marksizm'den medyaya kadar birçok şeye karşı öfke duyan narsist bir kişi Breivik. Kendi fiziki güzelliğine de çok meraklı. Çene, burun ve alın kemiğinden estetik ameliyat olarak olduğundan daha da güzel bir insana dönüşmek istemiş. Güzellik konusundaki takıntısı, öfkesini de bu yolla yansıtmasına neden olmuş. Yüzlerce genci bir araya topladıktan sonra hepsinin içindenen güzel kızı seçerek öne çağırmış ve öldürmeye ondan başlamış. (Eylemin patolojik değil siyasi olduğunu iddia edenleri bu tavrın siyasi yönünü analiz etmeye davet ediyorum!)
2 - Norveç Çocuk ve Gençlik Ruh Sağlığı Merkezi uzmanlarından psikolog Prof. Svenn Torgersen'e göre Breivik'in en önemli özelliği,aşırı narsist bir kişiliğe sahip olması ve kendisini diğer insanlardan çok daha üstün görmesi. Torgersen, bu tip kişiliklerin kendi yaptığı davranışların doğruluğundan çok emin olduğunu ve kendilerini hiçbir zaman hatalı görmediklerini de söylüyor. Nitekim Breivik, saldırının ardından eylemi gerçekleştirdiğini ancak suçsuzolduğunu söylüyor. Bir yandan da kamuoyuna açık olarak yapılacak bir yargılama istiyor ve herkese kendisinin ne kadar haklı olduğunu ispatlayacağını düşünüyor. Zaten bütün hazırlığını eylem sonrası kendisini kahramanlaştırmak ve tüm dünyaya görünmek amacıyla yapmış. Manifestolar hazırlamış, fotoğraflar çektirmiş ve eylem sonrasında pek de alışılmadık biçimde kendisine zarar vermeyi, yani bu tür eylemlerden sonra çoğunlukla görüldüğü üzere kendisini öldürmeyi hiç düşünmemiş. Kendisini çok kıymetli, öldürdüklerini ise çok değersiz bulduğunun en önemli göstergesi bu.
3 - Breivik'in özel hayatı da oldukça sorunlu görünüyor. Manifestosunda 15 yaşından beri babasıyla görüşmediğini belirtiyor ve anti-feminist tavrını babasız yetişmesine bağlıyor. Babasının 4 çocuğuyla da görüşmediğini ve Breivik'in yeniden bir araya gelme çağrılarına da olumlu yanıt vermediğini söylüyor. Breivik bir feminist olduğunu düşündüğü annesine ve kız kardeşine de nefretle bakıyor ve onları 'sürtük' olarak tanımlıyor. Annesinin 48 yaşında başka bir adamla evlenmiş olmasını ve üvey babasından cinsel bir hastalık kapmış olmasını utanç verici olarak nitelendiriyor. Görünen o ki, bir türlü kendisiyle ilgilenmesini sağlayamadığı babasının ve annesinin ilgi odağı olmayı bu yolla başarıyor.
4 -
 Breivik'in psikolojisinin bozukluğu kendisine hiç direniş göstermeyen 14-25 yaş arası gençleri bir bir öldürürken şarkı söylemesinden de anlaşılabiliyor. Bu tavır, bir bomba ile yüzlerce insanı öldürmekten oldukça farklı. Katillikten zevk alan, tadını çıkaran bir insan var karşımızda. Bu bakımdan Breivik'in siyasi duruş olarak sunduğu manifestosunun, kendi içindeki kötülüğü örtmek ve kamuoyunun sempatisini kazanmak için kullandığı bir taktik olduğu inancındayım. Bunda kısmen başarılı da olduğu görülüyor. Unutmayalım o çok zeki ve çok kötü ruhlu bir psikopat.Dünyayı parmağının ucunda döndürdüğüne inanıyor...

İklim Değiştirmeyin

Rusya Sağlık ve Sosyal Gelişme Bakanlığı baş psikoloji uzmanı Zurab Kekelidze tarafından Moskovalılara ve Rusya’nın merkezi bölgelerinde oturanlara ‘’ İklim değiştirmeyin ‘’ uyarısı geldi.
Uyarıda aşırı sıcak havalara dikkat çekilirken, bu sıcak havalarda iklim değiştirmenin ve farklı iklimdeki bir yere tatile gitmenin sağlığı olumsuz yönde etkileyeceğine dikkat çekilirken, insanların bu ortamda Moskova yakınlarında tatili geçirmelerinin en iyi tercih olacağı belirtildi. 
Denize gitmek ve denizde tatil geçirmek için en ideal zamanın ise eylül ayı ile ekim ayı ortası olduğu ifade edildi. Ayrıca, saat farkından dolayı insanın organizmasının olumsuz bir şekilde zarar görmemesi için 1 saat ile 3 saat arası uçuş mesafesinde olan tatil yerlerinin tercih edilmesi de istendi. Tatilin süresi konusunda ise iki haftalık tatilin uygun olacağı dile getirildi.

Yetim hastalıklar’a tek çatı geliyor

Sağlık Bakanlığı, iki binde 1’den az görülen ‘yetim hastalıklar’ için birim kuruyor. Çalışmaları sürdürülen yetim hastalıkları birim ile hastaların tedavi amaçlı yurt dışına gidiş gelişlerinde karşılaştıkları bürokratik sorunların çözülmesi de hedefleniyor. Bu birimlerde sosyal hizmet uzmanı ile bir psikolog da bulunacak. . 
Sağlık Bakanlığı Tedavi Hizmetleri Genel Müdürü İrfan Şencan, 'yetim hastalıklar'ı, 2 binde 1’den az görülen hastalıklar olarak tanımladı. Bu hastalıkların pek çoğunun tıbbi net bir tedavisinin olmadığını ya da yoka yakın olduğunu söyleyen Şencan, “Çoğu ya organ nakline gidiyor veya kas hastalarında olduğu gibi sadece bakımla insanların sıkıntıları azaltılabiliyor.” bilgisini verdi. 
Yetim hastalıkların kronik olduğunu dile getiren Şencan şöyle devam etti: “Tüketici hastalıklar. Kişiyi fiziksel olduğu kadar sosyal ve ekonomik olarak da yoruyor. Mümkün olduğu kadar sosyal hizmet uzmanları ile de destekleyerek, bu hastalara tıbbi ihtiyaçları yanında sosyal desteği de birlikte sunacak birim oluşturmaya çalışıyoruz. Mutlaka sosyal hizmet uzmanı, psikologun da olduğu bir daire olacak.”
Yetim hastalıklardan birinin de 'Pulmoner Hipertansiyon' olduğunu kaydeden Şencan, hastalığın son noktasında akciğer naklinin gerektiğini aktardı. 
    Şencan, “Ancak akciğer naklinin birçok ülkede yüz güldürücü sonuçları yok. Bizim ülkemizde de akciğer nakli yapılabiliyor. Bir yandan nakil yapılan merkezlerin sayısal ve teknik alt yapısını güçlendirmeye çalışırken, bir yandan da hastaların pek çoğunu yurt dışına gönderiyoruz. Yurt dışına geliş gidiş süreçleri ile ilgili, hastaların orada karşılaştığı sorunlar veya pasaport - vize ile ilgili problemler belki doğrudan doğruya Sağlık Bakanlığı’nın ilgilendiği bir alan değil gibi ama işin bir boyutunda hasta olunca, biz de kendimize bir sorumluluk üstlenip, bu konulardaki süreçlerde en azından dış ilişkiler ile görüşecek, öbür taraftan sosyal güvenlik kurumunda bu kişilerin sorunlarını takip edecek bir yapı oluşturmak istiyoruz.” açıklamasında bulundu.
Yurt dışına çıkışlar ile ilgili bazı ön ödeme yapılması gereken durumlar olabildiğini belirten Şencan, “Hizmeti almadan, ön ödeme yapılması gereken durumlar olabiliyor. Bunlarla ilgili sorumlu birimlerle arada entegrasyon oluşturacak, ara yüz oluşturacak, işin sosyal boyutu ile de meşgul olacak bir birim haline gelsin istiyoruz.” dedi. 
Yetim hastalıkların zor bir alan olduğunu belirten Şencan, “Hastalar için olduğu kadar kurumlar için de zor. Bir kurumun tek başına çözeceği bir sorun değil. Genelde, 3-4 kurumun çok iyi entegrasyonu ile çözülecek bir konu. Az kişiyi ilgilendiriyor ama ilgilendirdiği kişi için çok zor. O yüzden hem bunu ilgili yerlere taşıyacak kurum nezdinde hem de birden çok kurumun karşılıklı işbirliği ile çözülecek bir konu.” diye konuştu. 

    PULMONER HİPERTANSİYON, MİLYONDA 14 GÖRÜLÜYOR 
    Yetim hastalıklardan biri olan Pulmoner Hipertansiyon, milyonda 14 olarak görülüyor. Pulmoner Hipertansiyon Derneği Avrupa Başkan Yardımcısı Ümit Atlı, hastalığın tedavi edilmemesi durumunda insanların ortalama 2 yıl yaşamasına izin verdiğini söyledi. 
    Hastalığın tanısının zor konulduğunu aktaran Atlı, “İlaçlar, doğru doktor ve tedavi bugünkü teknoloji ile hastaya sadece zaman kazandırmakta ve günün birinde mutlaka organ nakli ile sağlığına kavuşmakta.” şeklinde konuştu. 
    Pulmoner Hipertansiyon Derneği Türkiye Başkanı Hasan Saruhan ise yetim hastalıklarla ilgili yeni oluşturulan birimin inisiyatif alabilme olanakları ile çözüm odaklı çalışmasına olanak sağlanması gerektiğini söyledi. 
    Hastalık ile ilgili ilaca erişimde sorun yaşandığını söyleyen Saruhan, “Tedavisi olmayan bir hastalıkta kısa aralıklarla bürokrasi ile yoğun bir mesai gerekiyor. Oysa hastalarımızın çoğu oksijenle ve yürüme zorluğu ve nefes yetersizliği ile mücadele ediyor. Bürokrasinin hafifletilmesi gerekiyor.” ifadelerini kullandı. 
    Saruhan, gerek organ nakli, gerekse sonrasındaki tedavi ve kontroller için yurt dışı çıkışta vize ile ilgili çok ciddi sorunlar yaşandığını belirterek, sağlık pasaportu ya da sağlık vizesi gibi bir düzenlemenin yolunun açılması gerektiğini aktardı. 

    “SKLERODERMA, FİZİKSEL DEĞİŞİKLİKLERDEN DOLAYI HASTALARDA RUHSAL SIKINTILARA DA NEDEN OLUYOR”
    Nadir görülen hastalıklara bir diğer örnek ise ‘Skleroderma’. Uzun yıllardır bu hastalıkla mücadele eden Sibel Ercan, “Hastalık çok nadir görülüyor. Organ tutulmaları yaşanıyor. Kangrene neden olabiliyor.” dedi. 
    Hastalığın daha çok kadınlarda görüldüğünü belirten Ercan, cilt renginde değişiklik, dudakta küçülme gibi fiziksel bazı sorunlar nedeniyle bu hastaların ruhsal olarak da problemler yaşayabildiğini söyledi. 
    Hastalığın bilinir olması gerektiğini vurgulayan Ercan, atak durumunda acil doktorlarının hastalığı bilmediği için müdahalede bulunamadığını aktardı. 
    Çeşitli ilaçlar kullandıklarını vurgulayan Ercan, ödeme noktasında da sıkıntılar olduğunu dile getirdi.

İdeal Avrupa’nın ekonomik bunalımla artan sağ eğilimi

Konjonktörel dalgalanmalara karşın artan sağ eğilimlerin artık Avrupa'da siyasetçiler tarafından ırkçılık ve yabancı düşmanlığı üzerinden, geniş kitlelere politik kaygılarla söylenmemeli, radikal fikir ve önerilere karşın merkez partiler politik duruşlarını belirlemelidir. 

Avrupa'nın sakin ve sessiz ülkelerinden olan Norveç'te Andres Behrin Breivik isimli şahısın 92'ye yakın kişiyi katletmesiyle başlayan tehlike Avrupa'da tekrar yabancı düşmanlığını gündeme getirdi. Terör saldırıları bir kenara dursun, II. Dünya Savaşı'ndan bu yana bölgede büyük çaplı bir olayın olmadığı Norveç'te bu olay herkeste şok etkisi yarattı. Terör kavramının sınırları içerisinde çok konuşulan bu gelişmenin sadece bir terör olgusundan ibaret olmadığı görülüyor. İslam karşıtı, aşırı sağ profili çizen Breivik'in bu eylemi Politik Psikoloji'nin de ciddi şekilde incelemesi gereken konular arasında yer alıyor.
İSLAM İLE İLİŞKİLENDİRME KOLAYCILIĞI'NIN SONU
Politik Psikoloji'de 'Algı Yönetimi' önemli bir alan oluşturmaktadır. Bireylerin sosyal korkuları tetiklemesiyle ortaya çıkan kendi kendini korumacı algılayışı, Avrupa'da artan sağ eğilimlerle birlikte tehdit oluşturmasının yanı sıra İdeal Avrupacılık değerlerine de zarar vermektedir.Norveç'teki terör saldırısıyla birlikte ilk saldırının bomba etkisiyle birlikte ortaya çıktığını gören Batı medyası İslam ve Müslümanlarla ilişkilendirme yolunu seçmiş ama katil'in aşırı sağ eğilimli, İslam karşıtı, Hristiyan Norveçli çıktığını görünce bunun farklı boyutta saldırı olduğunu anlamıştı. Kendini, farklı olanı dışlama ve insanların hayatlarını karartma noktasında görev sayan birtakım grupları yetiştiren mevcut eğitimi sorgulama zamanı gelmiştir. Öte yandan, her türlü terörist saldırısıyla yeterli bilgi ve muhakeme yapmaya ihtiyaç duymayıp kolay bir şekilde İslamafobiya sesleri çıkaran yaklaşımların da artık bu olayla meşru hiçbir geçerliliği kalmadı görülüyor.
SALDIRGANIN KODU: 'TAPINAK ŞÖVALYELERİ'
Norveçli saldırgan Breivik'in sıklıklar manifestosunda vurgu yaptığı Tapınak Şövalyeleri (Knights Templar) oldu. Peki Kim bu Tapınak Şövalyeleri? Daha önce Dan Brown'la gündeme gelen Süleyman Tapınağı ve İsa'nın Fakir Askerleri olan tanınmış Hristiyan askeri tarikatlarından biri olan Tapınak Şövalyeleri, Müslümanların Kudüs ve Mescid-i Aksa'ya hakim olduğu dönemde Süleyman Mabedini korumak amacıyla harekete geçti. Haçlı Savaşlarından ciddi rol oynamasıyla birlikte 1099'da kurulan tarikat Katolik Kilisesi tarafından resmi olarak 1129 yılında tanındı.
SALDIRININ KODLARI: 'GÖÇ BASKISI, SOSYAL KORKULAR VE EKONOMİK BUNALIM'
Dünya'daki bir çeşit konjonktürel gelişmelere gösterilen sert tepkiler meşru zeminde tartışılır değerlere dönüşmüş durumdadır. 11 Eylül 2001'de başlayan, 2004 Madrid Saldırısı, 2005 Londra'daki terör olayları ile Ekonomik gelişmeler ışığında değişen farklı algılamalar Avrupa değerlerine olan entegrasyonu sağlanamamakta, mülteci ve göç ile birlikte ülkeleri bir çeşit sosyal kaosa ötürmektedir. Gerek ekonomik algı gerekse göç baskısı Avrupa'da sağ eğilimlere olan aşırıcılığı artırmakla beraber toplumum ekonomik-sosyal-dini olarak ayrışmasına neden olmaktadır. Bu algılama Avrupa siyaseti içerisinde İsveç, İtalya, Hollanda, Avusturya, Bulgaristan, Danimarka, Fransa, Macaristan, Belçika ve Slovakya gibi ülkelerde belirgin şekilde algılamak mümkün. Dünya'da demokrasi ve azınlık haklarının geniş ölçüde tutulduğu İsveç'te bile geçtiğimiz yıl aşırı sağcıların parlamento'da temsiline sahne olmuştu. Aynı şekilde katilin de etkilendiği Hollanda'nın ırkçı siyasetçisi Geert Wilders'ı hayranı olması benzer refleksler gösteren Hollanda'nın da aynı sorunu yaşadığı görülmektedir. Bunları yanı sıra, İtalya'daki mülteci ile başlayan Schengen krizi, Fransa'daki Müslümanlara karşı ötekileştirme politikaları, Bulgaristan'daki ATAKA partisinin Türk-Müslüman nüfusa karşı yaptığı ırkçı söylemlerin yanı sıra belki de en tehlikesi Avrupa Parlamentosu'nda bu taz tehditkâr konuşmaların olması ilerleyen yıllarda bu kıtada katliama varan terörün mihenk taşı olabilir.
Sonuç itibariyle tüm bu konjonktörel dalgalanmalara karşın artan sağ eğilimlerin artık Avrupa'da siyasetçiler tarafından ırkçılık ve yabancı düşmanlığı üzerinden, geniş kitlelere politik kaygılarla söylenmemeli, radikal fikir ve önerilere karşın merkez partiler politik duruşlarını belirlemelidir. Bu tür kaygılar sadece, bu ülkelere en verimli çağlarından itibaren yerleşmiş olan farklı unsurdaki bireyleri etkilemeyip kendi ülke vatandaşlarını etkiyebileceği, en önemlisi Avrupa bütünleşme değerlerine de bir katkı sunmayacağı açıktır. Bundan sonraki süreçte, Avrupalı 'Aramızdan nasıl olur da böyle birisi çıkar?' sorusuna cevap verme çabalarını özeleştiriyle yanılt bulabileceği gibi kendi iç dinamikleriyle de sorunlara daha hoşgörülü politikalar üretmelidir.

'Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma Ve Yeniden İşleme' İle Ağrılara Son

Özel Bahar Hastanesi doktorlarından Uzman Psikolog Vildan Kavak, vücuttaki ağrının genelde yanlış giden bir şeyingöstergesi olduğunu söyledi. Ağrının zaman zaman beklenenden daha uzun süre devam edebildiğini ve sinir sisteminde değişikliklere yol açarak sürekli bir hal aldığını vurguladı.
Ağrının sinir sistemi içinde kilitli kaldığına dikkat çeken Kavak, GözHareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme (EMDR) terapisinin önemine değindi.
Birçok insanın yaşam kalitesini düşüren kronik ağrılar konusunda oldukçahızlı ve etkili sonuçların alındığı bir tedavi yöntemi olduğunu vurgulayan Kavak, bununla sinir sistemi uyarılarak ağrıya olan tepkilerin değişmesinin sağlandığını ifade etti.
Kavak, “Göz Hareketleriyle Duyarsızlaştırma ve Yeniden İşleme taciz, doğal afetler veya çocukluk döneminde yaşanan üzücü olaylar gibi rahatsız ediciyaşam deneyimlerinin neden olduğu duygusal sorunların tedavisinde ilaç ve hipnoz kullanılmadan uygulanan psikolojik bir yöntemdir. Aynı zamanda fobi, performans kaygısı, panik bozukluk, beden algısının bozukluğu, çocuklarda travma belirtileri, yas, kronik ağrı ve başka sorunların tedavisinde de oldukça etkilidir.” dedi.
Sağlıklı bir süreçte beynin, kişinin yaşadığı olumsuz yaşantının etkilerini zamanla işlediğini hatırlatan Kavak, şu bilgileri verdi: “Arkadaşınızla yaşadığınız bir tartışma ertesi gün etkisini kısmen kaybeder ve bir süre sonra size rahatsızlık vermemeye başlar. Çünkü beyin bu bilgiyi işler ve kişi için sıradan bir olay haline gelmeye başlar. Kişi olayı hatırlasa da çok az rahatsızlık duyar ya da hiç duymaz. Fakat bazen yaşanan travmatik olaylar beyin tarafından işlenemez. Bilgi işleme tıkanıklığa uğrar ve yaşanan olumsuz olay ya da olaylarla ilgili resim, düşünce ve duygular işlenmeden kalırlar. Bu tıkanmışlık kişide geçmişin etkisinden kurtulamama hissine neden olur. Mantık bu olayın geçmişte kaldığını söylese de kişi yaşadığı olumsuzluğun duygusal etkisinden kurtulamaz. Tıpkı trafik kazası yaşamış birinin araba kullanamaması veya asansörde kalmış birinin kapalı alanlarda sıkıntı yaşaması gibi. EMDR psikolojik travmanın yarattığı duygusal kilitlenmişliği açar ve kişinin doğal iyileştirici kaynaklarının harekete geçmesine izin verir. Beyinde hapsolmuş travmatik yaşantının işlenmesini sağlar. Böylece kişi anıyı hatırlasa da sıkıntı yaşamaz ve yaşamında geçmiş anının yarattığı olumsuz etkiler kalkar.”
Kavak, EMDR’nin uygulandığı başlıca sorunları şöyle sıraladı: “Travma sonrası stres bozukluğu, depresyon, kaygı bozuklukları, tüm travmatik olaylar, kompleks travma ve buna bağlı kişilik bozuklukları, fobiler ve korkular, yükseklik korkusu, yas, kendilik değeri ve özgüven gibi yapılandırılması gereken duygusal kaynakların kazanımı, performans kaygısı, performans geliştirme, öfke ve stres yönetimi, baş ağrısı, kilo kontrolü ve yeme bozuklukları, beden algısı bozuklukları.”
Tedavi sürecinin, kişi için travmatik anıların çözülmesini sağlayıp, bu travmaların neden olduğu psikolojik veya fizyolojik sıkıntıların ortadan kalkmasını sağladığına işaret eden Kavak, kişinin travmasını tetikleyen olaylara karşı duyarsızlaşmasını ve gelecekte daha iyi işlev gösterebilmesi için uygun tutum ve davranışları yerleştirdiğini dile getirdi.

Gözünü kapat, telkinini yap, sorununu çöz

Kendisinin psikoloğu olamayanların ezildiği günümüzde otohipnoz imdadımıza yetişiyor



Uyku problemi mi yaşıyorsunuz? Yoğun kaygı içinde misiniz? Panik ataktan mı şikayetçisiniz? Psikoloğa gitmeniz gerektiğini mi düşünmeye başladınız?.. O halde kendinize hipnoz uygulayın. Kişinin bedenini rahatlatması, kendine cesaret vermesi, gerginliğini geçirmesi için uygulanan biryöntem; otohipnoz. Dünyada yaygın olarak eğitimi verilen otohipnoz, depresyona giren ve yoğun kaygı hisseden insanlarda mucizeler yaratıyor. Bu, bizim tezimiz değil. Bunu söyleyen otohipnoz uzmanı Psikolog Gülşah Bektav...
Otohipnoz nedir?
Otohipnoz öğrenen kişiler, belli tekniklerle kendisi için en uygun ortamı ayarlar ve rahat edebileceği bir pozisyon alarak derinleşmeye başlar. Bir başka deyişle kendine hipnoz uygular. Otohipnoz sayesinde kişi, belli konularda kendine telkin vererek ilerleme kaydeder. Örneğin uykuya geçmektegüçlük çeken biri bu uygulama ile bir süre sonra uyku düzenini sağlayabilir. Topluluk önünde konuşma problemiyaşayanlar, etkin ders çalışma alışkanlığı kazanmak isteyenöğrenciler, panik atak nöbetleri geçirenler, otohipnozla kendilerini bir kaç dakika içinde rahatlatabilir. Otohipnozun, hipnozdan tek farkı, kalıcı hastalıklar için kullanılamaması.
En çok hangi durumlarda otohipnoz işe yarıyor?
Günlük hayatın yorgunluğunda, stresten arınmada, ağrı kontrolünde, kaliteli uykuda, iştahını kontrol etmede, hayatadair tüm sorunların kontrolünde etkilidir. Hatta yaşamkalitesiniperformansı ve yaratıcı düşünceyi de yüzde yüz oranında artırır.
Otohipnoz eğitimine gelenlerde en çok hangi sorunlar oluyor?
Problem çözmekten ziyade kendilerini her anlamda yönetebilmek için geliyorlar. Stresle mücadelede zorlanma, uyku düzeninde bozulma, iştah dengesini ayarlayamama, öfke kontrolünü başaramama, ağrılarla başa çıkamama,verimli çalışamama ve performans artışı beklentisi gibi sorunlarla başvuruyorlar.
Eğitim ne kadar sürüyor?
Bireysel eğitim 5-6 seans sürüyor. Grup eğitimi ise 10 seansta tamamlanıyor.
Otohipnozda zihin-beden köprüsü nasıl kurulmalı?
Duygularımız bedendedir. Duyguların yarattığı sonuçlar negatifse sorun olarak bedenimize yansır. Pozitifse keyif ve mutluluk olarak. Zihnimiz de tüm düşüncelerin, duyguların ve davranışların süzgeçten geçirildiği yer. İkisi de gün boyu tüm fonksiyonlarımızı yerine getirmek için durmadan çalışır. Otohipnozla bedeni dinlendirerek, zihni telkinlere açıp zihin-beden arasında köprü kurabilirsiniz.
Kendi kendine hipnoz uygulamak isteyenlere ne gibi önerileriniz olur?
“Kendimize söylediğimiz her şey, gerçeğimiz olur.” Kendimize karşı kurduğumuz cümleleri ve sesli olarak kendimize söylediklerimizi gözden geçirerek otohipnoza başlayabiliriz. Ne yaşarsak yaşayalım, hayatın bir ritmi, bir dengesi, bir ahengi var ve bunu kaygılanarak, üzülerek yakalayamayız. Ancak akışta kalarak tadına varabiliriz. Yani “Mutluluk varılan bir yer değil, gidilen yoldur.” Dolayısıyla kendinize telkinde bulunun ama bunu yaparken sonuca odaklı yapımızdan uzaklaşın. Onun yerine, süreçten tat almaya çalışın. Ve süreci değiştirmeyerek ancak istediğiniz sonuca ulaşabileceğinizi kendinize sıkça dile getirin. Zaten otohipnozun sırrı da bu.
Hazırsanız başlayalım!
 - Kendinize sessiz bir ortam yaratın. Düz bir yere uzanın.
- Ritmik olarak soluk alıp verin.
- Vücudunuzdaki her uzvun gevşemesine, rahatlamasına izin verin. Bunu yapabilmek için ellerden, ayaklara kadar bedeninizin her parçasına yoğunlaşın.
- Gözlerinizi kapatın ve olumlu hayaller kurmaya başlayın.
 - Neleri yapmak istemiyorsanız, hayatınızda ne değişsin istiyorsanız, kendi kendinize bunları alçak ses tonuyla defalarca tekrarlayın. İçinizden geçen her şeyi söyleyin.
- Hayatınızdan çıkarmak istediğiniz insanları yine alçak sesle söyleyin.
- Sizi ne ya da kim kaygılandırıyorsa ona dair istemediğiniz şeyleri duyabileceğiniz yükseklikte sıralayın.
- Kendinizi hazır hissettiğinizde kalkın.

Çocuklara sık sık hediye almak zararlı

Çocuklar için sık sık veya aynı alışverişte birden fazla hediye alınması, kişisel gelişimi olumsuz etkiliyor… 
Uzmanlar, ailelere, çocuklara hediye alma işleminin, önceki armağanı tüketme süreci dikkate alınarak belirli zaman aralıkları ile yapılmasını öneriyor.
Malatya Devlet Hastanesi’nden Psikolog İzzet Güllü, her çocuğun kendine özgü bir dünyasının olduğunu belirterek, “Her çocuk doğuştan üstün bir potansiyele sahiptir ve öğrenme heyecanıyla doğar. Çocuğun doğuştan getirdiği öğrenme heyecan, istek ve motivasyonunu anne-babalar, okul ve toplum bozar.” dedi.
Zaman’dan Eşref Akgün’ün haberine göre, çocuklara sık sık hediye almanın da zamanla tatminsizlik, çabuk öfkelenme, ani duygu değişimlerine yol açtığını belirten Güllü, “Çocukları hediyeye boğmak anlamına gelebilecek davranışlar bir doyumsuzluk hali oluşturmaktadır. Bu sorun, zamanla yapısal bir sorun haline gelmektedir. İlgide azalma, yoğunlaşmada sorun yaşama, dikkatte kolayca kayma, bir şeyle ilgilenirken aynı anda başka şeyi de düşünme (zihin dağınıklığı, çatallı düşünce) türü sorunlara neden olabiliyor.” diye konuştu. Güllü, bu hatalı yaklaşımların çocukta ‘sabırsızlık, çabucak kızma, ani duygusal değişkenlikte artış, tatminsizlik, öfke hatta şiddete yatkınlık’ gibi negatif kişilik özelliklerinin edinilmesinde ciddi rol oynadığını aktardı.

Çalışanına değer veren psikolog bulunduruyor

Uzman Psikolog Manolya Özek, çalışanına değer veren kurumlarda ‘İşyeri Psikologu” olduğunu ifade etti.

Çalışanına değer veren psikolog bulunduruyorÖzek, bir taraftan baskı ve hedef beklentilerinin yükseldiği iş koşulları, bir taraftan da evde bekleyen maddi ve manevi sorumlulukların çalışanların hayatla başa çıkmalarını zorlaştırdığını anlatarak, ‘Bu durum da onları stresin yarattığı hastalıklarla baş başa bırakıyor. Yaşanan maddi kayıpları gören ve bunun için önlem almaya çalışan şirketler, ‘stres yönetimi eğitimi’, motivasyon piknikleri, sosyal aktiviteler, çaylar, happy hourlar düzenlemeye başladı. Pek çok çalışan işyeri hekimleriyle dertleşme ihtiyacı içinde. Bu risk faktörlerini değerlendiren ve kalıcı çözümler bulmak isteyen şirketler, günümüzde işyeri psikologlarıyla çalışmaya başladı” ifadesini kullandı.
Maddi kazanç
Şirket psikologunun çalışanların iş-yaşam dengesini kurmada ve stresle başa çıkmalarında etkili olduğunu kaydeden Özek, işyeri psikologunun önemine değindi. Özek, “Çalışanların psikolojik olarak başa çıkma becerilerini güçlendiren, bu sayede daha kontrollü ve dengeli olmalarını sağlayan psikologlar, uzun vadede şirket performansı ve maddi kazancı üzerinde olumlu etkilerini gösterir. Çalışanına değer veren vizyoner firma, holding ve bankalar iş yeri psikologlarıyla çalışıyor” diye konuştu.

25 Temmuz 2011 Pazartesi

Kadına karşı şiddette somut adım atılıyor


Kadın İzlenim Merkezleri ağustosta açılıyor Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü de açılacak bu izleme merkezlerinin kadına şiddeti önleme adına iyi bir adım olduğunu söyledi.
Kadına yönelik şiddetin önlenmesi adına ilk somut adım Sağlık Bakanlığı tarafından atılıyor. Bakanlık, çalışmalarına 6 ay önce başladığı 'Kadın İzlenim Merkezleri'nden ilkini önümüzdeki hafta açmaya hazırlanıyor.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı'nın sorumluluğunda, Sağlık Bakanlığı'nın ev sahipliğinde kurulacak merkezler, şiddet gören kadının başvuracağı ilk adres olacak. Sığınma evlerinden farklı olarak, kadınlar bu merkezlere kalıcı biçimde yerleştirilmeyecek. Psikolog ve sosyolog gözetiminde sağlık kontrolleri yapılacak.

Bakanlık olarak daha önce de Çocuk İzlenim Merkezi kurduklarını belirten Sağlık Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Ömer Faruk Koçak, bu çalışmanın pilot uygulamasının Ankara'da yapıldığını ifade etti. Bu merkezden olumlu sonuçların alınmasının ardından, Sağlık Bakanı Recep Akdağ'ın talimatıyla 'Kadın İzlenim Merkezleri' için hazırlıklara başladıklarını dile getiren Koçak, Meclis araştırma komisyonunun araştırmaları ve diğer bilimsel çalışmalardan yararlandıklarını kaydetti. Çalışmalar sonucu ortaya çıkan raporu Bakan Fatma Şahin'e sunacaklarını söyleyen müsteşar yardımcısı, projenin birçok alanla ilgisi bulunduğunu ve güvenlik, sosyal yardım ve aile ile ilgili olan boyutunun önemli olduğunun altını çizdi.

Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu Başkanı Canan Güllü de açılacak bu izleme merkezlerinin kadına şiddeti önleme adına iyi bir adım olduğunu söyledi. Kadına şiddet konusu ile ilgili 2010 yılına kadar herhangi bir kayıt bulunmadığını belirten Güllü, bu merkezler sayesinde sağlam bir istatistik oluşturulacağına işaret etti. Güllü, bu bilgilere dayanılarak da şiddeti önleme adına çalışmalar yapılacağını ifade etti. 'Kadın İzlenim Merkezleri'nin hastanelere yakın yerlerde olmasının önemli olduğunu söyleyen Güllü, "Şiddet gören kadının ilk gideceği yer, mahkemeden önce bu merkezler olmalı." diye konuştu. "Sığınma evlerinden farklı olarak kadınlar bu merkezlerde kalıcı olarak yerleşmeyecek, psikolog ve sosyolog gözetiminde sağlık kontrolleri yapılacak." diyen Güllü, Kadın İzlenim Merkezleri'nin sivil toplum kuruluşları ile irtibatlı olarak çalışmasının da çok önemli olduğunu vurguladı.

Bilim adamları araştırdı:Neden çekici buluruz?

Bilim insanları, bir başkasını çekici bulmamızın nedenleri konusunda sıkıcı kuramlar ortaya atabiliyor. Cazibenin ele avuca gelmez sırlarıysa genelde şairlere ve pop şarkılarına bırakılıyor. Yine de araştırmacıların bir bildikleri var. Aşk ve cazibe bile romantik komedilerin karmaşık kurguları kadar kafa karıştırıcı olabiliyor. 

Psikologlar yüz simetrisinin, vücut şeklinin ve sosyal statünün eş bulma oyununa etkisini inceliyor. Yakın zamana ait bir araştırma da, ay içinde doğurganlığın doruk noktasına ulaşan kadınların davranışlarındaki değişikliği konu alıyor. Bu zamanlarda kadınlar daha kışkırtıcı giyiniyor. Erkeklerse kadınların vücut kokusunu daha uyarıcı buluyor ve daha çok testosteron salgılıyor. Egzotik dansçılar daha fazla bahşiş alıyor. 

Psikolog Martie Haselton, "Yumurtlama dönemi kadınları da erkekleri de etkiliyor ama davranışlarımızdaki bu köklü değişikliklerin nedeni hakkında kafa yormuyoruz" diyor. Yumurtlama dönemindeki kadınlara kapılmayan tek erkek grubuysa ilişkilerine bağlı olanlar. Bu erkekler söz konusu dönemde (eşlerinden başka) kadınları önemli ölçüde daha az çekici buluyor. Daha doğrusu, öyle sanıyorlar. 

Florida State Üniversitesi'nden Jon Maner, "Görünüşe bakılırsa bu adamlar yumurtlama dönemindeki kadına hissettiklerini ciddi ciddi bastırmaya çalışıyor" diye açıklıyor. Sadık bir ilişki kurma fikri arzuyu başka şekillerde de etkiliyor. Texas Üniversitesi'nde yürütülen bir araştırmada çoğu kadın, uzun vadeli bir ilişki arayışından bağımsız olarak potansiyel eşlerin yüzüne de vücuduna da aynı dikkati gösteriyorlardı. Hızlı bir cinsel ilişki değil, uzun vadeli bir eş arayan erkeklerse adayların yüzüne daha fazla dikkat ediyordu. 

"Erkeklerin İyi Bir Yanı Var mı?" kitabının yazarı Roy F. Baumeister, "İnsan yüzü duygu ve kişiliği yansıtır. Uzun vadeli bir ilişki arayan erkekler yalnızca üremek istemiyor, duygusal istikrar da arıyor" diyor. Peki, biraz duygusal istikrarsızlık olaylara renk katmaz mı? Harvard ve Virginia üniversitelerinden araştırmacıların bulgusuna göre, kadınlar çekici buldukları ancak bu duygunun karşılıklı olup olmadığını bilemedikler erkeklere daha çok bağlanıyor. 

Araştırmada kolayca elde edilir gösterilen erkekler, potansiyel eşler tarafından daha az cazibeli bulunuyor. Kuramlardan birine göre, size dönüp bakmayan bir eş adayını tedirginlikle düşünmek daha çok zihinsel çaba istiyor. Araştırmanın yazarlarından Erin R. Whitchurch, The New York Times'a, "Biri hakkında çok düşününce ondan hoşlandığınızı sanıyorsunuz. Bu gerçekten de zihnimizin nasıl işlediğiyle ilgili" diye açıklıyor. Elbette ki aşkta hiçbir şey kesin değildir. Dolayısıyla kendinizi çekici buluyorsanız şimdiden torunlarınızın çocukları için kaygılanmaya başlayabilirsiniz. Fakat Avustralya'dan Queensland Üniversitesi'nin bir başka araştırması var ki, yüksek düzeyde cinsel fermon hormonuna sahip erkek meyve sineklerinin aynı seksapeli ilk birkaç nesilden sonra soyuna aktaramadığını gösteriyor. Kimse bunun insanlara nasıl bağlanabileceğini bilmiyor. Fakat araştırmanın yazarlarından Katrina McGuigan, "Çok çekici bireyler belki de kusurlu insanlardır. İlk bakışta göründükleri kadar iyi olmayabilirler" diyor. 

Ütüyü işe götürerek takıntısına çözüm buldu

Kapıları pencereleri kontrol eden, prizlerdeki fişleri çeken, evi defalarca temizleyen, iyi bir iş sahibi olma ve para kazanmak için çabalayan, eşini her an takip eden takıntı hastası insanlar var. Evdeki elektrik düğmelerini kontrol eden, son zamanda da 'Ütünün fişini çektim mi?' diye şüpheye kapılan Sevgi Hanım, çözümü ütüyü çantasına koyup işe götürmekte bulmuş.
"Her şeyi kontrol etmekten bir türlü evden çıkamıyorum. Kapıları, pencereleri açıp kapatarak emin olmaya çalışıyorum. Prizlerdeki fişleri çekiyorum, elektrik düğmelerini kontrol ediyorum. Son zamanlarda ütüye takmış durumdayım. Sonunda ütüyü çantamda işe götürerek rahatladım." diyor 30 yaşındaki Sevgi Turan.
Ahmet Bey ise eşinin her şeyi kontrol etmeden uyumayacağını ve uyutmayacağını bildiği için 'bir an önce yapayım ve kurtulayım' düşüncesiyle tüm kontrolleri kendisi yapar ve Sevgi Hanım'ı bilgilendirir. Bu saplantı, Ahmet Bey'i ve çocukları artık rahatsız etmeye başlar. Öyle ki boşanmanın eşiğinden dönerler. Sevgi Hanım, aldığı psikolojik destekle bu takıntıyla baş eder.
Turan ailesinin yaşadığı bu problemi birçok çiftte görmek mümkün. Obsesif kompulsif bozukluk ya da halk arasında bilinen adıyla takıntı-saplantı hastalığı belirli bir aşamadan sonra sorun teşkil etmeye başlıyor. Anadolu Sağlık Merkezi'nden uzman psikolog Aylin Sezer'e göre 'Elimi kapıya sürdüm, mikrop kapar mıyım?', 'Ya sevdiklerime bir şey olursa!', 'Ocağı açık unutmuş olabilir miyim?' tarzındaki sorular sürekli ve istemeden kişinin aklına geliyor, anlamsız olduğunu bilse de aklından atamıyor ve bunları düşünmek gündelik hayatta sıkıntıya yol açıyorsa, takıntı hastalığından söz edilebilir. Sezer, takıntılı düşünce ve eşlik eden tekrarlayıcı davranışların birdenbire başlayabildiği gibi çoğu zaman sıkıntılı bir olay veya dönem sonunda ortaya çıktığını belirtiyor. Rahatsız eden düşünce ve davranışların erken fark edilmesinin önemli olduğunu dile getiren Sezer şöyle konuşuyor: "Çoğu zaman takıntılar yardım almadan yıllar boyu sürebiliyor. Kişi ve ailesine ciddi zararlar veriyor. Aile gündelik yaşamını sürdürmede ciddi zorluklar yaşıyor. Örneğin sürekli kirlendiğini düşünen bir kişinin 3-4 saat banyodan çıkmaması, aynı evde yaşayanları olumsuz şekilde etkiliyor. Kuşkucu bir düşünceye sahip birey, bu takıntılı düşünceyi ilişkilerine yansıtıp, eş ve çocuklarını kendinden uzaklaştırabiliyor."
Uzmanlara göre takıntı hastalığında saplantıya sebep olan durumun iyi bilinmesi gerekiyor. Durumun değişmesiyle takıntılardan kurtulmak mümkün. Aile içi takıntıları çözmenin en iyi çözüm yolu ise sevgi. Takıntılı kişiyi sevmek ve onu mutlu etme çabası içine girmek, takıntı ve çatışmaların çözülmesine katkı sağlıyor. Kişi, huzurlu ve rahat oldukça takıntılardan kurtuluyor.
Takıntı hastalığı, 21-35 yaşlarında ortaya çıkıyor
Her yüz kişiden 3'ü tedavi gerekecek düzeyde takıntılı. Sorumluluk duygusu yüksek olan, çabuk endişeye kapılan, gergin, karamsar, içe dönük, mükemmeliyetçi kişiler takıntı hastalığına daha yatkın. Aşırı kuralcı, disiplinli ve baskıcı aile yapısı, bu hastalığı daha da tetikliyor. Uzman psikolog Fatih Dane, obsesif kompulsif bozukluğunun 21-35 yaşlarında daha fazla görüldüğünü söylüyor. Dane, bu bozukluğun kadınlarda daha geç başlamasına rağmen sık rastlandığının altını çiziyor.
İyi bir iş sahibi olma ve para, erkekleri hasta ediyor
Erkekler de kadınlar gibi sadakat konusunda takıntılı. Özgüven sorunu yaşayan ve eşinin karşısında kendini yetersiz hisseden erkekte, aldatılabileceğine dair endişeler meydana geliyor. Ve kadının hayatını daraltıp kısıtlamaya ve her hareketini kontrol etmeye başlıyor. Erkeklerde diğer bir takıntı ise iyi bir iş sahibi olmak ve para kazanmak. Çok para kazanabilmek için aşırı çalışmaya başlıyor. Aileyle geçirilen vakit de daralıyor ve suçluluk duygusuyla ya aile için aşırı para harcamaya ya da öfkeye sebep oluyor.
Kadınlarda temizlik ve sağlık takıntıları görülüyor
Kadınlarda en fazla görülen takıntılar arasında, kontrol, temizlik, düzen, çocukların sağlığı, eşin gelirinin düzenliliği ve iş güvencesi, eşin sadakati-ilgisi geliyor. Psikiyatri uzmanı Barış Önen Ünsalver'e göre kadın evlenmeden önce toplumun kendisine verdiği roller nedeniyle iyi bir eş olabilmesi için evinin temiz ve her daim düzenli olması gerektiğini düşünüyor.
Sadece eşe değil, eve gelecek misafirlere de güzel bir ev sunmak istiyor. Ev ne kadar temiz olursa o kadar iyi bir ev kadını, o kadar iyi bir eş olacak gibi bir önyargı oluşuyor. Ancak aşırı temizlik takıntısı hem kadının hem de ev halkının gerilmesine, gereksiz tartışmalara ve huzursuzluğa sebep oluyor. Kadın temizliğe çok vakit harcadığı ve ev halkı özen göstermediği için isyan edebiliyor. Ev halkı da evin içinde rahat olamamaktan, özellikle bütün gün işte çalışıp eve yorgun gelen eş evinde huzur bulamadığından yakınıyor ve sorunlar başlıyor. Kadınlar eşinin kendisini aldatıp aldatmadığı başka kadınları hayal edip etmediğini de çok sorguluyor. Kadının kendine güveni yetersiz ise ya da eş kadını duygusal yönden ihmal ediyorsa sadakate yönelik takıntı hali gelişiyor. Sadakati sürekli sorgulanan, cep telefonları kontrol edilen erkek en sonunda bunalıp eşinden gerçekten uzaklaşıyor.

Erkekler Neden Konuşmaz?

Kadınlar genellikle erkeklerin konuşmadığından şikayetçi olurlar ama erkeklerin konuşkan olmadığı doğru bir saptama değildir. En azından bunu genellemek tüm erkeklerin konuşmadığı düşüncesi doğru bir genelleme değil. “Erkekler neden konuşmaz?” sorusunun cevabını Psikiyatr Dr.Sabri Yurdakul’dan alıyoruz.

Aslında erkekler de konuşur ama her zaman ve her yerde değil. Ayrıca erkeklerin kadınlara oranla daha az konuşması onların konuşacak konu bulmadıkları anlamına da gelmemektedir.

Erkekler Nerede Ve Kimlerle Konuşur?

Partnerinizin nerede ve kimlerle daha çok konuşutuğunu gözlemek aslında size bu konuda çok önemli ipuçları verecektir.
Arkadaşları ile konuşuyor, onların yanında susmak bilmiyor ama sizin yanınıza gelince konuşmuyorsa bunun nedenlerini araştırmak gerekir. Beraberliğin ilk zamanlarında saatlerce konuşan, sabahlara kadar susmayan, telefonda saatlerce konuşan erkekler ne oluyor da sonra konuşmaz oluyorlar? Aslında bunun en büyük nedeni ilişkide konuşarak neyin ne kadar çözüldüğü ve konuşmanın sonunda neler olduğu ile ilgilidir.

Erkekler Neden Susmayı Tercih Ediyor?

Bayanların sözel yönünün kuvvetli olması ve tartışma konularında erkeklerin haklı çıkamadıklarını görmeye başlamaları, onları bir süre sonra konuşmaz hale getirmektedir. “Nasıl olsa söylediklerim işe yaramıyor, ben ne söylersem söyleyim sonunda  o hep haklı çıkıyor, söylediklerimi bana karşı kullanıyor (erkekler söylediğini hemen unutur ama bayanlar asla unutmaz!)" gibi bir takım düşünceler, erkekleri suskunluğa itmektedir.

Tekrar Konuşkan Hale Gelmeleri için Ne Yapılmalı?

Erkekleri tekrar konuşkan hale getirmek için arada bir yaptığınız tartışmaları kazanmalarına izin vermeniz, tartışmayı o anda daha ileriye götürmeyip, “Sen zaten her zaman bunu yapıyorsun”,  “Beni sevsen böyle yapmazdın” gibi söylemlerden uzak durmanız onu konuşmaya sevkedecektir. Ne kadar ise yaradığına siz bile şaşıracaksınız.

22 Temmuz 2011 Cuma

Çocuğa ne zaman cep alınmalı?

Çocuğa ne zaman cep alınmalı?Uzmanlar, çoğu ailenin tartıştığı bu soruya çeşitli yanıtlar veriyor. Sağlık için 15 yaş sınırgösterilirken çocuğun bilinçli kullanımı da kriter olarak gösteriliyor...
Amerikalı yayın kuruluşu Msnbc internetsitesinde, “Bir çocuğa cep telefonu alma yaşı kaçtır?” sorusuna cevap aradı. Psikologlar ve pediatrlar bilgisayarlardan cep telefonlarına, dijital aletlerin çocuklara zararlarını araştırırken, ebeveynler ise gündelik hayatın ayrılmaz birparçası haline gelen cep telefonları konusundanasıl bir yol izleyeceklerine karar veremiyor.
ABD’de bulunan “Çocuk ve Teknoloji Merkezi” başkan yardımcısı Psikolog Cornelia Brunner,çocukların cep telefonu kullanım yaşının şartlara ve çocuğun olgunluk seviyesine göre değişim göstereceğini savunuyor. “Cep telefonu günümüzde çocuğun güvenliği için gerekli, o yüzden çocuklar cep telefonu kullanmasın diyemeyiz” diyen Brunner önemli olanın çocuğun telefonunu nasıl kullandığını kontrol altında tutmak olduğunu dile getirdi.
Araştırmalar çocukların dijital aletler yüzünden yüzyüze iletişim kabiliyetlerini kaybettiklerini ve derslerde başarılarının düştüğünü ortaya koyarken endişelenen ailelere, uzmanlar “filtre programlarını” kullanmalarını öneriyorlar. Cep telefonundan ziyade akıllı telefonların daha tehlikeli olduğunu belirten Brunner de ebeveynlerin çocuğa verecekleri bir eğitimle ve filtre programları ile herşeyin yapılabildiği akıllı telefon zararının da en aza indirgenebileceğini dile getiriyor.
Bu soruları cevaplayın
- Çocuğunuz okuldayken cep telefonunu kullanmayacak kadar olgun mu?
- Çocuğunuz bir telefonunun hayatında yaratabileceği yan etkilere karşı koyabilecek kadar güçlü mü?
- Cep telefonundan sonra çocuğunuzun sizinle yüzyüze iletişiminde azalma oldu mu?
15 YAŞIN ALTINI DAHA ÇOK ETKİLİYOR
PROF. DR. CENGİZ KUDAY (Florence Nightingale Hastanesi Beyin ve Sinir Cerrahisi): “İki yıl önce cep telefonlarının çocuklarda daha etkili olduğu MR görüntüleri ile ispatlandı. Telefon konuşmalarının çocuklarda korteksi daha fazla etkilediği bu çalışma ile resimlendi. Yani cep telefonları buna göre 15 yaşından önce daha fazla etki ediyor.
GEREKMEDİKÇE KULLANDIRMAYIN
PROF. DR. REJİN KEBUDİ (Türk Pediatrik Onkoloji Grubu Başkanı): “Önerilebilecek bir cep telefonu kullanım yaşı yok. Böyle bir yaş grubu belirlenmiş değil. Ancak yaş küçüldükçe elektromanyetik alanların emilmesi daha fazla oluyor. Bu açıdan özellikle ilkokul çağındaki çocuklar için cep telefonu kullanımı daha zararlı.Tavsiyemiz, çocuklara gerekmedikçe cep telefonu kullandırılmaması.
SON DERECE SAKINCALI OLABİLİR
DOÇ. DR. FULYA AĞAOĞLU (İstanbul Tıp Fakültesi Radyasyon Onkolojisi Uzmanı): “Cep telefonları çocuklar için son derece sakıncalı. Biz 15 yaşın altındaki çocukların cep telefonu kullanmasını zaten tavsiye etmiyoruz. Erişkinler üzerinde de cep telefonu kullanımının uzun dönem sonuçları henüz bilinmiyor. Çocuğa telefonu sadece mesaj yollama şeklinde kullanması da önerilebilir.”
ZENGİNLİK GÖSTERGESİ OLMAMALI
GAYE ÇAKIRGİL (Uzman Psikolog): Büyük şehirlerde çocukların cep telefonuna ihtiyacı olabiliyor. Ancak ilkokul çağındaki çocukların cep telefonuna çok da ihtiyacı olmadığı görüşündeyim. Ne kadar geç kullanmaya başlarlarsa o kadar iyi olacaktır. Çevre önemli bir faktör. Cep telefonu, bir zenginlik ve varlıklı olmanın göstergesi olmamalı. Aileler ceza ve ödül uygulamasında bulunabilirler.
AİLE ÇOCUKLA SÖZLEŞME YAPMALI
YÜKSEL SEÇKİN (Uzman Pedagog): “Cep telefonu kullanımı belli kurallar çerçevesinde yapılırsa çocuklar için bir sorun teşkil edeceğini düşünmüyorum. Cep telefonu alınmadan önce aile çocukla bir sözleşme yapmalı. Belirli kurallar çerçevesinde çocuğun kullanmasına izin verilmeli. Hatlı telefon yahut paket programları önermiyorum.”

Dünyaca yeni bir medeniyete giriyoruz

Dünyaca ünlü politik psikoloji uzmanı Vamık Volkan’a göre de içinde bulunduğumuz dönem küreselleşmenin etkileriyle şekilleniyor. Bu dönemde artık bir devir kapanıyor, 'yeni bir medeniyet' başlıyor.


Tarih kitapları hepimiz için dönemeçlerle dolu. Bize dönem dönem anlatılmasalar, ne ciltlere ne de aklımıza sığarlar. Tekerleğin icadı, Hz. İsa’nın ölümü, Hançerli Sırp asker, SSCB’nin yıkılması gibi anahtar kelimeler sayesinde hangi dönemden bahsedildiğini hatırlıyoruz. Psikiyatri Profesörü Vamık Volkan'a göre de içinde bulunduğumuz dönem bunlardan biri. Hızla küreselleşen dünyamız, Arap Dünyası’ndaki isyanlar, gelişen irili ufaklı yeni gruplar ve daha birçok dinamik bizim için yeni habercilerden sadece birkaçı. “Artık bir devir kapanıyor, yeni bir medeniyet başlıyor.” Demek ki tarih şu sıralar, kendisine yeni bir cilt daha açıyor.
V.V: Her ne kadar iletişim ve ulaşım araçları çok hızlansa da diplomasi teknikleri çok da değişmedi. Ama buna ilave olarak, birçok yeni organizasyon ve gruplar ortaya çıktı. Bu yüzden büyük grup psikolojisini öğrenip değişen dünya medeniyetlerine katkıda bulunmamız gerekiyor. “Küreselleşme” diye bir söylem var artık milletler, toplumlar arasında sınırlar kalkacak, deniyor. Bu olumlu ama yeterli değil. Pratikte bu durum daha da değişik; dünya yeni bir medeniyete giriyor. Eskiden Fransız İhtilali’nden sonra milliyetçilik akımı vardı, “devlet” ve “hudut” kavramları vardı, şimdi bunlar yok. “Düşman” kavramı vardı, şimdi bu da değişti; “terörizm” oldu. Herkes biz kimiz diyor, milletten ayrı olarak, etnisitesini soruyor. Artık bu grupların evrimini görüyoruz, izliyoruz.
Hükümet dışı örgütler...
Nasıl ki bir bireyin psikolojisini onarmak için geriye gidiyorsak, onun geçmişine iniyorsak aynı durum, toplumlar için de geçerli, büyük gruplar için de. Dünyadaki oyunculara sadece “devletler” diye bakmamak lazım. Gözden kaçırdığımız bu: Çeşit çeşit büyük gruplar, lobiler var, NGO dediğimiz hükümetler dışı örgütler (Non-governmental organizations) var. Aslında gelişen psikoloji onların arasındaki güç dengesinden ibaret.
'WIKILEAKS GELDİĞİ GİBİ GİDİYOR'
Hükümet dışı bir örgüt olmasına karşın Wikileaks ABD gibi güçlü bir devlete meydan okuduğunu söyledi, belgelerini açıklayarak, örneğin... 
Wikileaks geldi ve gitti, gidecek onlar. Pek bişe değiştirmeyeceklerini tahmin ediyorum. ABD’nin gizli belgelerini açıkladılar... açıklasınlar ne olur! İki gün sonra unutulur... Amerikan hükümeti de belli bir tavır aldı bununla ilgili olarak, bir yere kadar gündeminde oldu. Şimdi öyle mi bilmiyorum ama, eskiden yaptıklarını biliyorum, Amerikan Başkanı’nın gündemi şöyle belli olurdu; önüne her sabah 10 maddelik bir liste koyulurdu, dünyada ne olup, ne bitiyor, nelerin hakkında konuşmalı gibi... bu maddelerden karar verilirdi.
Liderlik... 
Bir de ben uzun seneler gayriresmi olarak bu işlere karıştığım için bir hayli lider tanıdım, sanıyoruz ki lider olunca değişiyorlar, hayır, onlar da bizim gibi. Kimileri ile komşu olmak isterim, kimileri ile katiyen.
Lider olduğunuz zaman, psikolojide kullandığımız bir terim var, “aktaran figür” oluyorsunuz... Bilseniz de bilmeseniz de o baba, anne figürü oluyor. Bu nedenle liderin kendi şahsiyetinin özellikleri çok önemli oluyor. Eğer lider gerçekten bir anne, baba gibi, yumuşak, rahat ise halk da ona göre bir cevap veriyor. Örneğin Obama böyle bir lider olmaya çalıştı fakat bırakmadılar; seçimden sonra Obama karşıtlarının kuvveti arttı. Obama, Avrupa’da, Türkiye’de ve Ortadoğu’da daha insancıl bir lider olarak görülüyor ama ABD’de öyle değil. Halkı kucaklayan büyük bir lidere ihtiyacımız olduğunu ben de yazmıştım, Obama’yı ben de öyle algılamıştım.Fakat Obama başa geçtikten sonra çok büyük problemlerle karşılaştı. Benim de umduğum lider o değilmiş.
'BİR DÜNYA LİDERİ OLARAK ERDOĞAN...' 
Başbakan Erdoğan da bir dünya lideri, bu Türkiye’nin tanınması ile alakalı. Türkiye uluslararası alanda ne kadar çok tanınırsa, lideri de o kadar dünya lideri oluyor. Bir lideri anlamak için o liderin yaşadığı ortama bakmamız gerekir. Ama tam olarak ben bir lideri incelemek istersem, onu başından ömrünün sonuna kadar tüm yaptıkları ile görmek isterim.
Ben içinde olmadığım için bilmiyorum ama gördüğüm kadarıyla, Türkiye’ye eskisinden daha fazla önem veriliyor. Son dönemlerde gazetelerde Türkiye hakkında daha çok olumlu, met edilen yorumlar yazılıyor. Örneğin geçenlerde New York Times’ta sayın Cumhurbaşkanı’nın bir yazısı çıktı; bana onlarca e-posta geldi; hepsi olumlu ifadelerdi.
Araplar... 
Arap Dünyası’nda Tunus ile başlayan ayaklanmanın büyümesini tahmin edemezdim ama büyümesi ve yayılması bir bakıma sürpriz yaratmayan bir süreç. Araplar senelerden beri bunu bekliyorlardı. 20-30 yıldan beri koltuğunda oturan liderler var, devleti kendilerinin çiftliği gibi görenler. Kendileri öldükten sonra iktidarı oğullarına bırakacaklarının bile planlarını yapıyorlardı.
Her şey bir günde değişemese bile, Suriye’ye kadar yayılan isyanlar insanlara bir fikir öğretti.Başka türlü bir irade altında yaşamanın mümkün olduğunun ancak farkına vardılar.
Yeni idarelerin daha çabuk yerleştiğini göreceğiz, çünkü dünya çok değişti. Haberleşme ve iletişim artık çok daha hızlı, bu da gelişme sürecine yansıyacak. İnşallah bu süreç olurken Arap Dünyası’nda da daha demokratik bir dünya gelişir, o zaman daha dengeli bir dünyanın içinde olduğumuzu göreceğiz zaten.
Dünyanın neresine giderseniz gidin insanlar hep aynı. Zamanda da hangi zamana giderseniz gidin hep aynı... Görürsünüz ki baskı altına alınan gruplar hep aynı reaksiyonları vermiş, kendi çevresine bakmış, bir de tarihine. Tarihinde de aynı baskıyı yaşadığını hatırladıkça bunu sanki dün gibi yaşadığını hissetmiş. İşte toplumların psikolojisini anlamak da onların hem politik hem de kültürel süreçlerini incelemekten geçiyor.
Türklere baktığımızda da Osmanlı’nın kaybolmasından dolayı aynı psikolojinin başgösterdiğini görüyoruz. Bunlar her ne kadar başka şekilde aktarılsa da altında psikoloji var.
'İSRAİL LOBİSİ TÜRKLERİ KORUYORDU'
Arap isyanlarının yarattığı bu ateş çemberinde İsrail yalnızlaştı diyebilir miyiz? 

İsrail hiçbir zaman yalnız kalmadı. O kadar büyük bir İsrail lobisi var ki ABD’de, ne kadar kuvvetli olduklarını anlamanız için orada yaşamanız gerekir. Aslında bize çok da yardım etmişlerdir; mesela Türkiye’nin Ermenilerle olan probleminde İsrail lobisi hep bizi koruyordu. Fakat Mavi Marmara olayından sonra onlar da allak bullak oldu. Ben umuyorum ki bundan sonra konuşulur ve buna bir çare bulunur. Çünkü biliyorsunuz, ayrımcılık kavramı Hitler öncesinde bile Avrupa’da çok büyüktü ve o zamanlar Yahudiler arasındaki “Osmanlı bize yardım etti” anlayışı vardı, bunu herkes biliyor. Bu aslında İsrail lobisinin bizim yanımızda olması için büyük bir paydı. Umarım konuşulup yine eski ilişkilerimize döneriz.
Öte yandan Türkiye’de devam eden çok iyi süreçler var; Türkiye artık dış politikada rahatlıkla “Biz de varız!” diyor. Jeopolitik dengeler Türkiye’ye yardım etti; para, politika meseleleri gelinen süreçte iyi yönetildi.
Fakat olumsuz gördüğüm durumlar da var... Osmanlı kimliğini benimseyip benimsememe konusunda çelişkiliyiz. Osmanlı’dan sonra modern, küçük ve parasız bir Türkiye vardı. Politik psikolojide “Generation of continuity” dediğimiz nesillerin devamı terimi burada geçerli: Eski Osmanlı’yı düşününce bir yandan bu bize kuvvet veriyor, diğer yandan kimlik kargaşamız da devam ediyor... Bir kararsızlık var.