30 Ağustos 2011 Salı

"Toplumsal Algılamanın Yönlendirdiği Siyasal Muhafazakarlık"


Amerikan Psikoloji Derneğinin yayın organı “Psikoloji Bülteni- Psychological Bulletine” isimli bilimsel derginin Mayıs 2003 tarihli ve 129 üncü Cilt 3 numaralı sayısında 4 üniversite öğretim üyesinin araştırmalarının sonuçlarının yayımladığı bir makalede siyasal muhafazakarlığın nitelikleri saptandı. "Toplumsal Algılamanın Yönlendirdiği Siyasal Muhafazakarlık- Political Conservatism as Motivated Social Cognition" başlıklı bilimsel araştırmada, son 50 yıl içinde 12 ülkeden siyasal muhafazakarlık görüşlerini işleyen 22 bin 818 konuşma, makale, kitap ve konferans bildirileri ile 88 örnek karşılaştırılarak siyasal muhafazakarlığın genel özellikleri saptandı. Kalifoniya Üniversitesi-Berkeley Kamu Politikası Yüksek okulunda görevli Profesör Jack Glaser ve Profesör Frank Sulloway ile, Stanford Üniversitesi'nden Profesör John Jost ve Maryland Üniversitesi-College Park'ta görevli Profesör Arie Kruglanski tarafından yapılan ortak araştırma siyasal muhafazakarlığın ortak özelliklerini söyle belirledi: 
-Korku ve saldırganlık
-Dogmatizm ve belirsizliğe karşı hoşgörüsüzlük
-Belirsizlikten kaçınma
-Değişime direnme
-Eşitsizliğe hoşgörü ile bakmak
-Emin olma ihtiyacı
-Korku yönetimi.
Araştırmada 10 büyük meta analiz tekniği-araştırmaların karşılaştırılarak yeniden analiz edilmesi-kullanılarak sonuçlara ulaşıldı. 

AyrıntılarAraştırmaya göre, belirsizlikten kaçınma ve korku, muhafazakarları değişime karşı çıkmaya ve sonuca statükocu olmaya yöneltiyor. Aynı şekilde korku yönetimi muhafazakarları "herkesten tehdit gelebilir" düşüncesine yönetiyor. Örnegin; ABD'de 11 Eylül terör olaylarından sonra bazı Amerikalıların  yabancılara karşı sergiledikleri düşmanlık bunun bir belirtisi olarak yorumlanıyor. Aynı şekilde değişime de karşı çıkma olarak belirleniyor.
Korku ve tehdit altında olduğunu hissetme muhafazakarlığın ikinci niteliğini ortaya çıkarıyor ve eşitsizliğe destek verme, eşitsizliği hoş görü ile karşılama görüşünün ortaya çıkmasına neden oluyor. Tıpkı Hindistan’daki Kast sistemini veya Güney Afrika’daki Irk ayırımcılığını desteklenmesinde olduğu gibi.  Çok değişik muhafazakar insan değişime karşı çıktıkları gibi, eşitsizliği de onaylarlar. Örneğin Hitler, Musssolini ve eski ABD Başkanı Ronald Reagan kişi olarak birer muhafazakardı fakat hepsi de sağcı muhafazakar politikacı olarak idealize edilmiş bir geçmişe dönmek amacındaydılar. Araştırmacılara göre, tıpkı tüm inanç sistemlerinde olduğu gibi, muhafazakarlık da bazı psikolojik ihtiyaca yanıt veriyor fakat yanlış, akıldışı veya prensipsizlik anlamına da gelmeyebiliyor.


Belirsizlikten korku muhafazakarları bilinen, alışılmış, klişeleşmiş ve kalıplaşmış görüşlere bel bağlayıp, basit çözümler aramaya sevk ediyor. Bunalım veya olası bunalım dönemlerinde muhafazakar popülizmin (avamcılık) görüşlerin seçmenlere değişik psikolojik nedenlerle solcu popülizmden daha ilginç geldiğini de belirten araştırmacılar ilginç bir saptama da bulunuyorlar. Onlara göre Stalin. Kruşçev veya Castro gibi değişim yanlısı sol kanat siyasetçileri iktidara geldikten sonra, eşitlik iddiasıyla değişime karşı çıktılar. Örneğin Stalin giderek eski sistemi korumaya çalışan bir çeşit muhafazakar haline geldi.


Muhafazakarlar kendi durumlarını açıklamak için karmaşık entelektüel tartışmalar yerine, konulara daha basit açıdan bakarak, olayları siyah ve beyaz mantığı ile açıklıyorlar. Örneğin; eski ABD başkanı George Bush 2001 yılında yaptığı bir gezide Dünya liderlerine "Neye inandığımı biliyorum ve biliyorum ki, inandığım doğrudur, bir İngiliz gazeteciye de benim işim nüanslarla uğraşmak değildir" derken muhafazakar görüşünün açıklamasını yapıyordu.
Tevfik Dalgıç

28 Ağustos 2011 Pazar

’Biseksüellik’ kanıtlandı!

Yeni bir araştırma kendilerini biseksüel olarak tanımlayan erkeklerin hem kadınları hem de erkekleri çekici bulunduklarını ilk kez resmi olarak ortaya koydu ancak bu sonuç biseksüelleri şaşırtmış görünmüyor.

Northwestern University’de yapılan yeni araştırmayla 2005 yılındaki bulguları doğrulayan uzmanlar, ‘erkek biseksüellerin var olduğuna’ kanaat getirdi.
Çekiciliğin sadece bir cinsiyete karşı olmayabileceğini iddia eden biseksüeller içinse bu bulgular hiç de yeni değil. Zira biseksüeller onları bugüne kadar homoseksüel olarak görenleri ve toplumdaki varlıklarını kabul etmeyenlere kızgınlar.
ESKİ ARAŞTIRMA HOMOSEKSÜELLERLE BİSEKSÜELLERİ BİR TUTUYORDU
Biological Psychology internet sitesinde yayınlanan çalışma, her iki cinsiyetten de en az iki kişiyle birlikte olma tecrübesine sahip biseksüelleri kapsıyor. Araştırmaya katılan erkeklere, erkek ve kadın biseksüellerin cinsel ilişkileri izletiliyor ve erektil tepkileri tespit ediliyor.
2005’te yapılan çalışmada homoseksüellerle biseksüellerin tepkilerinin benzemesine karşın, yeni çalışma biseksüel erkeklerin hem erkek hem de kadın videolarına tepki verdiğini ortaya koydu. Diğer taraftan heteroseksüellerin ise sadece karşı cins videolarına tepki verdiği bir kez daha kanıtlandı.
Indiana State University emekli psikoloji profesörü Jerome Cerny de bu videoları izleyen biseksüel erkeklerin heteroseksüel ve gay erkeklerle kıyaslandığında daha çok genital tepki verdiğini belirtti. Araştıma farklı biseksüel bireylerin farklı tepkiler sergilediğini de ortaya koydu.
BİSEKSÜELLER ‘TOPLUMDA VARIZ’ DİYEBİLECEK
Biseksüel erkeklerin hem erkek hem de kadınların seksüel, romantik ve duygusal cazibelerinden etkilenebileceğini ortaya koyan çalışma biseksüelliğin bilimsel olarak kanıtlandığı ve varlığının kabul edildiği ilk çalışma olarak bilim tarihindeki yerini aldı.
2005’teki araştırmadan sonra bilim adamlarının kendilerini tam olarak anlamadığını düşünen biseksüeller, yeni araştırma ile rahat bir nefes almış oldu. Uzun süredir toplumdaki varlıklarını göstermek için çaba gösteren biseksüeller, bu bilimsel çalışma ile varlıklarının kabul edilmesi konusunda büyük bir avantaj yakalamış gibi görünüyor.

Eş çatışmaları ve çocuklar


Anne-baba olarak düşünce ayrılıklarına düşmek ve sonunda sağlıklı çözümlere ulaşmak doğal. Karı-koca olarak da farklı düşüncelere, farklı görüşlere sahip olmak doğal. Hiçbir insan bir diğerinin eşi-benzeri olmaz. Hiçbir insan bir başka insanla aynı düşüncelere ve bir olay karşısında aynı görüşlere sahip olmaz, karı-koca olsalar bile. Önemli olan farklı düşünceleri bir araya getirip bu farklı düşüncelerden her iki taraf için ve aile için olumlu sentezler çıkarmaktır.
Evliliklerde genellikle eşlerin farklı düşüncelere sahip olmaları çatışmalar yaratır. Her iki tarafta kendi düşüncesinin ya da kararının doğru olduğuna inandığından, diğer eşe baskı yapar. Kendi düşüncesini ya da kararını karşı tarafa kabul ettirmek için uğraşan eş, ciddi bir dirençle karşılaşabilir. Bu direncin sonunda da kavga çıkar. Eşler, kendi doğrularını savunmaya geçerler ve birbirlerinin doğrularını kabul etmezler. Birbirlerini karşılıklı eleştirirler, bu eleştiriler çoğu zaman hakarete dönüşebilir ve birbirlerini yok yere kırarlar. Kimi eşler surat asar, kimisi küser, kimisi de kavgadan sonra hiçbir şey olmamış gibi hayata devam eder. Eşler arasındaki bu çatışmalar her iki tarafı da olumsuz etkiler. Birbirlerine olan saygı ve sevgi zedelenir, güvenleri kırılır, cinsel yaşamları negatif yönde etkilenir. 

Karı-koca olarak tartışabilirsiniz ancak bu tartışmalar medeni boyutlarda olmalıdır. Hakaretler, küfürler ve şiddet asla olmamalıdır. Birbirinizin zayıf yönlerini yüzünüze vurmanız, geçmişte yapılan hataların ortaya dökülmesi size bir şey kazandırmayacağı gibi sizden pek çok şey götürür. 

Tartışmalarda her iki tarafında öfke kat sayısı yükselir. Bu durumda eşlerden biri sakinliğini korumaya çalışmalı ve eğer tartışmanın kavgaya dönüşüp büyük boyutlara varacağını hissederse tartışmayı bitirip bu konuyu başka zamana bırakmalıdır. Diğer bir değişle taraflardan biri alttan almalıdır. Aksi halde tartışma istenmeyen ve çirkin boyutlara varabilir. 

İnsanın her zaman kontrolü olması mümkün değildir. Bunu göz önünde bulundurarak eşinizle aranızda bir anlaşma yapabilirsiniz. Hanginiz daha öfkeliyse diğer tarafın hoşgörülü olmasına değin yapacağınız bu anlaşma, ilk zamanlar işe yaramıyor gibi görünse de kararlı olursanız ve uygulamaktan vazgeçmezseniz göreceksiniz ki, zamanla ilişkinizin bu yönü daha olumluya doğru ilerleyecektir. Sorunları asla biriktirmeyin ve sakinleşince konuşun.

Tartışmalarınızı asla çocuğunuzun yanında yapmayın. Düşünce ayrılıklarınızı sohbet ederek konuşurken, çocuğunuzun yanınızda olmasında sakınca yok. Ancak kavgalar çocuğunuzun ruh sağlığını olumsuz etkileyeceğinden bu konuda özenli olmanızda fayda var. 

Çocuklar babalarını annelerine bağırırken, annelerini ağlarken görmekten ya da bir şiddet olayına tanık olmaktan sizin tahmin edemeyeceğiniz kadar çok etkilenirler. Ya içlerine kapanırlar ya da hırçınlaşıp saldırgan davranışlarda bulunurlar. Okul yaşamlarında dikkatlerini toplayamazlar, derslerinde başarılı olmazlar. 

Çocuklarının ders başarısı kötü ve dikkat bozukluğu olduğu için terapilere başvuran ailelere baktığımızda, aile içinde huzursuzluk, eşler arasında kavganın oldukça fazla olduğunu gözlemliyoruz. Biliyor musunuz, çocuklarının seans alması için başvuran pek çok çifti evlilik terapisi bekliyordur. Eşler birbirleriyle sağlıklı iletişim kurmaya başladığında çocuğun davranışlarında ve derslerinde de düzelmeler başlar

Yaşlı beyinler nasıl öğrenir?

Bilimadamlarından şaşırtan beyin araştırması.
Yaşlılar, çaba göstererek öğrendikleri yeni bilgileri akılda daha iyi tutabiliyor.

Kanada'nın Toronto Üniversitesi'nden bilimadamlarının yaptığı araştırma, yaşlıların deneme-yanılma yöntemiyle öğrendikleri yeni bilgileri, soru sorup doğru cevap alarak öğrendiklerinden daha iyi akılda tutabildiklerini gösterdi.

"Psychology and Aging" (Psikoloji ve Yaşlanma) dergisinde yayımlanan araştırmada bilimadamları, ilk kez deneme-yanılma yönteminin yaşlı beyinlerin, gençlerinkinden daha iyi öğrenmesini sağladığını gösterdi.

Bilim camiasının, yaşlıların "hatasız" öğrenmesinden yana olduğunu vurgulayan bilimadamlarından Andree-Ann Cyr, bu sonuçların hataların öğrenme sürecinde olumlu rol oynayabileceğini gösterdiğine dikkati çekti.

Utanmaktan utanmamak!


Hades Yunan mitoloisinde ölülere hükmeden yeraltı tanrısıdır. Yeraltının tüm hazinesi onundur, korkunç bir tanrıdır ama kötü bir tanrı değildir. Hades her ne kadar birçok zenginliğe sahip olsa da ortalıkta pek gezinmez, övünmez, konuşmaz, kendi yeraltı ülkesinde oturmayı tercih eder. Çünkü sahibi olduğu yeraltı ülkesi o kadar çirkin bir ülkedir ki, efendisi sürekli saklanır.
Bir keresinde Poseidon, Hades'i utandırmak için üç başlı mızrağını yere saplar ve yeryüzü boydan boya yarılarak Hades'in çirkin yeraltı ülkesi ortaya çıkar. Az utanıp sinirlenmemiştir Hades. Daha sonra yetmiş bin kişilik ölüler ordusu ile Atlantis Denizi'ni kurutur.
Yunan tanrısı Hades'in de güçlü bir Tanrı olmasına rağmen, "utanç" duygusunu ne kadar ağır yaşadığı anlatılıyor bu mitolojik öyküde.
Vikipedi' de utanç; "İçinde bulunulan durumdan kurtulmak isteme durumu." olarak tarif edilmekte. "Utanma" nın; "sıkılmak", "çekinmek", "mahçup olmak" kelimeleri ile de ilişkisi vardır ya da benzer durumlar için kullanılır.
Anadolu' da; "ar ve haya" duygusu olarak ifade edildiğini biliyoruz utanmanın.
Utanma duygusu; çocukluk döneminde çocuğun onay almak, görülmek veya farkedilmek istediği durumlara ebeveynleri ve bakıcıları tarafından uygun tepkiler verilmediğinde gelişir. Başka bir durumda ise, anne-babanın çocuğunun davranışını onaylamadıklarında, başkaları yanında veya değil, çocuğun kaldıramayacağı biçimde kırılma yaratmaları sonucu yetişkin dönemde problem yaratacak düzeyde "utanç" duygusu gelişir.
Utanmak, kişide gerginlik ve kaygı yaratttığından; yüz kızarması, göz kaçırma ve terleme gibi belirtiler oluşur. Utanma duygusu gerilim yarattığından kişi, bir an önce o durumdan kurtulmak ister.
Çocukluğumuzdan bu yana eğer ayıp ve yasaklar çok katı ise, "utanma" duygusunun ayarı da bozuk olacaktır. Çocuğa ve ergene sağlıklı bir şekilde verilen ahlak, değer ve vicdan ile ilgili eğitim, kişinin kendi sınırlarının farkında olmasını, saygınlığını korumasını ve başkalarına saygı göstermeyi de bilmesini sağlar.
Utanmadan söz açınca, "edep" kavramına değinmeden olmaz. "Edep Ya Hu" Osmanlı döneminde Dergah kapılarında yazan bir sözdü. Sembolik olarak "Eline, beline ve diline sahip ol." anlamına geldiği belirtiliyor. Tasavvufda ve Sufilikde çok önem verilen bir kavram olan "edep"; "incelik, görgü, nezaket, zerafet, terbiye, ahlak" anlamı içeriyor. "Adab-ı muaşeret" adı altında insan ilişkilerinde, topluluk önünde, işinde ve yönetimde uygun davranış gösterme kuralları olarak, İslam kültürü etkisiyle Osmanlı döneminde yazılmış birçok eser var.
Anadolu' da edep kültürü, tasavvufun da etkisiyle yuzyıllar boyu süregelmiştir. Edep kültürünü almış kişi özünden uzaklaşmadan, kendine yabancılaşmadan insan ilişkilerinde ölçüyü, saygıyı, anlayışı ve ötekinin kişisel alanını gözeterek varolur.
Söz söyleyeni dinlemeyi, ikide bir sözünü kesmemeyi, kendi konuştuğunu kendisi dinlememeyi, toplu mekanlarda sadece kendisi varmış gibi yüksek desibelden konuşmamayı, kelimeleri eğip büğüp insanlara uygunsuz şekilde hitap etmemeyi, nasıl oturup nasıl kalkılacağını, ağzından çıkanı kulağı duymayı, verdiği sözü tutmayı, yemeğin sonunda hesap ödememek için kaytarmamayı, insanların haklarını ihlal etmemeyi bilir.
Edepli kişi, "İnsanlık ayıbı" olacak durumlara kayıtsız kalmaz, insanlığından utanır. Şiddet gören kadına veya çocuğa, eziyet edilen hayvana muamaleden utanır. Komşusunun açlığından, okula gidemeyenin çaresizliğinden utanır. Politikacısının yerine gelmeyecek vaadinden, kendi coğrafyasındaki zulümden, komşu ülkedeki dökülen kandan utanır.
Utanç duygusunun gerekli ve yararlı olduğu durumlar vardır; böyle durumlarda kişi rahatsız edici konumundan vazgeçer, davranışını durdurur. Gerektiğinde olumluluğa giden yolda, kişisel katkıda bulunur.
Kimse kendisine "Arsızın yüzüne tükürdük, nisan yağmuru dedi." dedirtmesin... Daha da beteri "Ar damarın çatlamış." olurdu ama bu sözleri duyup, hiç rahatsızlık duymadan, karşılayıp gülenleri gördüm, görmüşünüzdür... Bir zamanlar gırgır dergisinde yayınlanan Oğuz Aral imzalı, "Utanmaz adam" ı hatırlarsınız; her türlü alavere, dalavere ve üçkağıdı olan "Şeref" karakteri okurken eğlenceliydi, ama yaşarken hiç de eğlenceli değiller, ne dersiniz?

Bu Adam Hayatınızı Kurtarabilir

Ben Lopez hayatının 17 yılını adam kaçırma olaylarında pazarlık yaparak geçirdi ve bir rehineyi bile kaybetmedi. Bu başarısının sırrının psikoloji yeteneği ve içgüdüleri olduğunu söylüyor.
Elbette gerçek adı Ben Lopez değil. Ancak hem kendisinin hem de hakkında fidye pazarlığı yaptığı kişilerin güvenliği için gerçek adını kamuoyuna açıklamıyor. Zaten 2 metreye yakın boyu ve geniş omuzlarıyla kalabalığın içinde bile hemen dikkat çekiyor. Aslına bakılırsa belki de bu işe başlamasının en önemli sebeplerinden biri de bu.

ABD’de psikoloji eğitimi alan Lopez bir psikiyatri hastanesinde çalışmaya başlamış. Ne zaman hastalar bir karışıklık çıkarsa ekibin geri kalanı iri yarı olduğu için Lopez’in sorunu çözmesini bekliyormuş. “Bu meydan okumalar hoşuma gidiyordu. Tansiyonu yükseltmeden hastaların benim istediği yapmalarını sağlayabildiğimi fark ettim” diyor.

Daha sonra 1994 yılında İspanyolcası iyi olduğu için bir rehine pazarlığına katılmak üzere Kolombiya’ya davet ediliyor. (Ancak bu ülke de aslında Kolombiya olmayabilir.) Bu pazarlıktan başarıyla çıkan Lopez o günden bu yana bir rehineyi bile kaptırmamış.

KURAL YOK

“Rehine pazarlıkçısı” diye bir iş kolu 1970’lerin ortasına kadar keşfedilmiş değil, hatta bugün bile iş tanımının biraz belirsiz olduğu söylenebilir. “Çok kesin kurallar yok” diyor Lopez, “Sadece çok esnek, standart güvenlik prosedürleri var. Her durum diğerinden bağımsız. Hangi adımı atmanın doğru olacağına karar vermek ise sadece bir içgüdü meselesi.”

Dört tipik rehine senaryosu var: Siyasi/dini, parayla ilgili, kuşatma, ailevi. Lopez genellikle siyasi/dini ve mali rehine vakalarına çağırılıyor. Bu olayların çoğunluğu da güvenlik güçleri ve hukuk sisteminin çok zayıf olduğu ya da hiç olmadığı ülkelerde yaşanıyor.

“Parayla ilgili rehine vakaları genel olarak en kolayları çünkü kaçırma olayı basit bir kâr-zarar hesabı gibidir ve kaçırılan kişinin hayatta kalması herkesin çıkarınadır. Kimse bir cesetten para çıkaramaz” diyen Lopez, bu tür durumlarda kendi görevinin herkesin sakin kalmasını sağlamak, fiyat pazarlığı yapmak ve rehinenin teslimini sağ salim gerçekleştirmek olduğunu belirtiyor.

SİYASİ VAKALAR DAHA ZOR

Siyasi/dini kaçırma vakalarının daha zorlu olduğunu da sözlerine ekliyor deneyimli pazarlıkçı: “Çünkü kaçıranların amaçları daha az rasyonel. Belli bir ülkü için kamuoyu yaratmak istiyorlar. Bu kendilerinin ve rehinenin hayatta kalmasından daha önemli. Dolayısıyla sonuçların ne olacağı çok daha belirsiz.”

Lopez son zamanlarda çoğunlukla dilini konuşamadığı Afganistan ve Irak gibi ülkelerde çalıştığı için doğrudan pazarlık yapamıyor ancak pazarlığı yapacak kişiyi seçiyor ve söyleyeceği şeyleri yazıyor. Bu kişi çoğunlukla bir aile üyesi oluyor.

“Kaçıran kişiye ne kadar baskı yapabileceğiniz tamamen sizin yargınıza kalmış. Ama çoğu zaman bir psikolojik denge söz konusu. Kaçıran kişiler pazarlığın çok fazla uzamasını istemiyor. Çünkü ne kadar uzarsa olayın maliyeti ve bir şeylerin yanlış gitme ihtimali onlar için o kadar artıyor” diyen Lopez, rehin alma sürelerinin ülkelerin kültürlerine göre de değişiklik gösterdiğini belirtiyor.

"HEMEN ANLAŞMAYIN"

Fidye konusunda ise gelecekte birilerini kaçırmaya kalkacak kişilere yol göstermemek için bir yorum yapmayan Lopez, “Ancak şunu söyleyebilirim. Kabul edebileceğiniz bir bedel bile olsa hemen anlaşma yapmayın. Bu durumda kaçıran kişiler paranın devamını geleceği düşüncesiyle aynı kişiyi yeniden kaçırabilir” diyor.

Kendisi ise ücretini günlük alıyormuş ve hiçbir zaman üst üste üç haftadan daha uzun süre çalışmıyormuş. Ancak günlük ücretinin ne kadar olduğunu açıklamıyor.

YA KAÇIRILIRSANIZ?

Kaçırılan kişilere de tavsiyeleri var Lopez’in:

“Direnmeyin, kaçmaya çalışmayın. Muhtemelen bir trafik ışığında beklerken kaçırılacaksınız. Yoldan geçenlerin yardımına güvenemezsiniz çünkü çoğu zaman onlar da şok dolayısıyla paralize olurlar. En tehlikeli zamanlar ilk 10 dakika ile yarım saat arasıdır. Bu süre içinde sizi kaçıran kişiler çok dengesiz olur çünkü bu yakalanma ihtimalleri en yüksek olan zamandır. Unutmayın, sizi öldürmek isteselerdi zaten öldürürlerdi. Diriniz onlar için ölünüzden daha değerli.”

Bayramlık Değil Sevgi İsteyen Çocuklar

 Hiçbir anne baba çocuğunu sevmemezlik etmez; ancak çocuklara gösterilen sevgide bir yetersizlik olabilir. Çocuğa gösterilen sevgi genelde eksi uçtadır. Anne babaların bu çocuklara göstereceği ilgi ve sevgi ya azdır ya da hiç yoktur. Çocuk, bunlar için bir ayak bağıdır, bir yüktür. Bu gruba genelde kalabalık kardeşli çocuk, erkek çocuğu beklerken doğan kız çocuğu, istenmeyen hamilelik sonucu doğan çocuk, üvey evlat v.b. girer.
Çocuğa gösterilen ilgi ve sevgi yapmacıktır. Çocuk anne babaya yaklaşmak istedikçe anne baba da ona itici davranır. Böyle anne babalar, çocukları şımarmasın diye onları kalbinden sevdiklerini söylerler. Bu anne babalar görevlerinin sadece çocuklarının karnını doyurmak olduğunu zannederler. Oysa bu çocuklar sevgi ister, ilgi ister, sıcak yuva ister.
Psikoloji kitaplarında bir deney vardır. Araştırmacılar yavru maymunların bulunduğu kafese, iki anne maymun postu koyarlar. Birinci maymunun tüyleri sivri, fakat yavru maymunlara süt verecek şekilde ayarlanıyor. Diğer maymun ise süt vermeyen fakat tüyleri pamuk gibi yumuşak olarak ayarlanır.
Gözlem sonucunda yavru maymunlar, süt içtikleri fakat tüyleri batan maymun postuna sadece karınları doyurmak için yaklaşmakta; geri kalan zamanlarını ise tüyleri pamuk gibi yumuşak olan maymun postunun yanında geçirmektedirler. 
Çocuklarına karşı buzdolabı gibi olan bu anne babalar, çocuklarının olumlu davranışlarını da görmezlikten gelirler. Bu çocuklar çok iyi bir iş yapsalar da o senin görevindir derler. Böyle anne babalar bu çocukların hatalarını o kadar büyütürler ki; “Allah’ım, neydi günahım da bu çocuğu bana verdin!” diye söylenirler.
Anne babaların çocuklarına karşı ilgisiz ve umursamaz tavırları, onların ileriki hayatlarında diğer insanlara karşı davranışlarında sıkıntılar yaşamalarına neden olacaktır. Onlar da başkalarına sevgilerini aktarmada zorluk çekecektirler.
Sevgisiz büyüyen bu çocuklar, çevrelerine karşı soğuk olacakları için arkadaş kurmada sıkıntı yaşayacaklardır. Bunlar insanlarla iletişim kurmak ister; ancak çocukluk döneminde anne babası tarafından reddedildiği için onlar da reddedilmekten korkarlar.
Bu çocuklar, hiçbir şeye ihtiyaçları olmadığı halde, misafirlikte iken komşu çocuğunun oyuncağını; okulda arkadaşının silgisini, kalemini… çalarlar.
Bu çocuklar büyüdükleri zaman hırsızlık, kapkaççılık dolandırıcılık v.s yaparak hem kendilerine gösterilmeyen sevginin intikamını alma hem de kendilerini ispatlama gayreti içine gireceklerdir.
Ailem beni sevmiyor, diyen yüzlerce öğrenci ile görüştüm. Görevlerinin sadece bankamatik olduğunu düşünen öğrenci velilerine, bir öğrencinin:
“Öğretmenim ben anne babamdan bayramlık istemiyorum. Et yemeği, bal baklava da istemiyorum.

Beni sevdiklerini sözleriyle, davranışlarıyla bana göstermelerini istiyorum. Beni birileriyle kıyaslamamalarını istiyorum. Çünkü kıyaslanmak reddetmek olduğu için bu da beni sevmemek anlamına geliyor.
 Ben onları sevdiğim için, kendilerini başka anne ve babalarla hiçbir zaman kıyaslamadım.

Sevdim, çünkü onların çocukları olmaktan mutluyum, dünyaya tekrar gelsem yine onların çocukları olarak gelmek isterim. Ben paralarını değil sevgilerini istiyorum. Acaba hocam, sizce ben çok şey mi istiyorum?” Gerçekten bu çocuklar çok şey mi istiyor? Cevabını ve yorumunu size bırakmak istiyorum.
Sonuç olarak çocuğu sevmek demek, onunla sürekli ilgilenmek, ona güler yüz göstermek ve onu sürekli kucaklayıp öpmek demek değildir. Çocuklara yerinde ve zamanında gösterilecek tatlı bir bakış, samimi bir gülüş ve içten bir sarılıştır sevmek.

Cinsellikte 5 altın kural


Anadolu Sağlık Merkezi’nden Psikolog Aslıhan Kurt’un önerileri:
1. Karşılıklı istek:Cinsel ilişki için her iki tarafın da istekli ve gönüllü olması; bunun yanında aktivitenin herhangi bir yerinde durdurabilme ve sonlandırabilme özgürlüğünün bulunması gerekiyor.
2. Eşitlik:Kişisel güç algısı anlamında, eşinizle eşit durumda olduğunuz gerçeğini kabul etmek önemli. Performans açısından bir taraf kendini güçsüz ya da yetersiz hissediyorsa, bu cinsel ilişkinin kalitesini olumsuz etkiler.
3. Saygı:Kendinize ve eşinize saygı duymak ilişkiyi etkiler.
4. Karşılıklı güven:Oldukça hassas olan bu aktivitenin karşılıklı güven oluşmadan yapılması, taraflar arasında hoş olmayan duygular yaratabilir.
5. Korunma:Cinselliğin kalitesini etkileyen unsurlardan biri de istenmeyen gebelikten, cinsel yolla bulaşan hastalıklardan koruyan bir ortamın yaratılmasıdır.

Beyinin Kötü Şakası: Panik Atak

Beyinin Kötü Şakası: Panik Atak, Mehmet Yavuz, Psikoloji, Panik Atak, Panik Atak Nasıl Tedavi Edilir?Gittikçe zorlaşan hayat şartları, yaşanan yoğun stres ve benzeri birçok olumsuzluk ile ortaya çıkabilen “panik atak”, çağın hastalığı haline geliyor. Hastalığı “Akut ve ani olarak gelişen yoğun korku ve anksiyete nöbeti” olarak da tanımlayabiliriz.
Dr. Mehmet Yavuz
Nöroloji Uzmanı

Panik atak hastalığı aslında beynin kişiye oynadığı kötü bir şakadır. Atak esnasında kişinin, öleceğini ya da çıldıracağını düşünerek panik havası ile ne yapacağını şaşırdığını gözlenmektedir. Beyin henüz belirlenemeyen bir sebepten dolayı vücuda acil hastalık alarmı verir, bu andan itibaren vücudun tüm organları aslında mevcut olmayan bu hastalığa karşı savunmaya geçer. Panik atak rahatsızlığında kişi çoğunlukla kardiyovasküler rahatsızlıklar, felç ve beyin kanaması gibi beyin hastalıkları, mide kanaması, bulaşıcı hastalıklar gibi durumlar ile karşılaştığını zanneder.

“Diyelim ki, beyin kalp krizi alarmı verdi. Bu durumda nabız hızlanır, tansiyonda iniş çıkışlar (daha ziyade yükselme) yaşanır, terleme olur, kana geçen fazla miktarda adrenalinden dolayı ısı derecesi düşer, el ve kollarda uyuşmalar olur, vücut beyinden gelen alarma karşı üst düzey savunmaya geçer. Böylece kalp krizi geçirdiğini sanan birey, yaşadığı yoğun ölüm korkusu ile kendini en yakın sağlık merkezine zor atar. Ancak hastanedeki tüm tetkikler kalp krizinin olmadığını gösterir. Kişi bununla da yetinmez olası tüm araştırmaları farklı sağlık merkezlerinde tekrar yaptırır. Hiçbirinde sonuç farklı değildir. Tüm doktorlar kalp yönünden sağlam raporu vermesine rağmen, bilinmeyen bir zamanda yine aynı sendrom yaşanır. Kişi her defasında “Ya gerçek kalp krizi yaşıyorsam?” şüphesi ile yine hastanelere koşar. Bu durum böyle yaşanır durur.” 
Araştırmalar sonucunda bu rahatsızlığa yakalanan kişilerin çoğunluğunun zeki, mesleklerinde başarılı, iş-güç sahibi kimseler olduğu görülmektedir. Bu kişiler genelde hassas, kendilerine ve çevrelerine önem veren, dostluklara değer veren tiplerdir, dolayısıyla kişi, panik atağın, kişilik zayıflığından kaynaklanmadığını ve kendi iradesi ile üstesinden gelebileceği bir durum olmadığını kabul etmelidir
İnsanın bu rahatsızlık süresinde yaşadığı zorluklardan şöyle sıralayabiliriz:  “Normalde insan bir kez ölümü yaşar ve hayat biter. Ancak panik atak hastaları için durum böyle değildir. Onlar her atakta bir defa ölürler. Panik atak hastaları, birçok hekim farkında olmasa da aslında tedavi açısından en öncelikli hastalardır. Atak esnasında panik halinde en yakın sağlık kurumuna koşarlar. Hatta atak gelir de müdahale yapılamaz korkusu ile hastanelerden çok uzaklaşmamaya çalışırlar. Hayat tarzlarını her an hastaneye ulaşacak şekilde programlarlar. Atak olarak hissettikleri belirtilerin psikolojik olduğunu ve aslında gerçekten o hastalığın olmadığını düşünseler de, kendilerini ikna edemezler. Bu konuda çevrenin telkinleri de çok etkili olmaz. Kişi, her atak olduğunda hissettiği hastalığı, tüm gerçekliği ile vücudunun tüm sistemleri ile belirtileri yaşar. 
Panik atak nasıl tedavi edilir? 
Panik atak tedavisinde ilaç tedavisi, psikoterapi ve TMS uygulamaları, başlıca tedavi seçenekleridir. 
• Uzun soluklu olan panik atak tedavisinde ilaçlar yaklaşık 2 hafta sonrasında etkisini göstermeye başlar. Bu sebeple tedavide sabır en önemli unsurdur. Hastaların ilaç tedavisini iyileştiklerini düşünerek yarım bırakmamaları da oldukça önemlidir.
• Ağır vakalarda ilaç tedavisinin yanı sıra psikolojik destek ve psikoterapi de uygulanabilir. Psikoterapi de hasta da panik atağa neden olan etkenlerin telkin yoluyla ortadan kaldırılması esasına dayanır. Hastaya panik atakla baş etme mekanizmaları öğretilir. Atağı yatıştıracak nefes alıp verme teknikleri öğretilir.
• Özellikle ilaçlara cevap vermeyen ya da tam düzelmeyen hastalarda TMS seansları denenebilir. Manyetik stimülasyonla, depresyon ve panik atak merkezi resetlenerek temelden tedavi imkânları araştırılır. Bu tedavinin bilinen herhangi bir yan etkisi yoktur. Her yaşta hastaya uygulanabilir. Hamile bayanlar gönül rahatlığı ile TMS tedavisi görebilirler. Antidepresanlar gibi kilo aldırıcı yan etkileri olmaz.

İyi bir yalancı olmak için gereken 18 özellik


Yalan söylemeyi bir beceri olarak nitelendirmek, bazıları için ahlaksızlığa prim vermek olarak algılansa da, iyi bir yalancı gizliden gizliye hayranlık uyandırır. İşte size iyi bir yalancı olabilmeniz için dikkat etmeniz veya üzerinde epey antrenman yapmanız gereken 18 özellikli bir çalışma programı (!) veya iyi bir yalancıyı tanıyabilmeniz için sahip olduğu 18 özellik!




İnsanlar, yetenekli bir yalancıyı görünürde kınasalar da, kıskançlıkla karışık hayranlık duymaktan kendilerini alamazlar. Hollandalı psikologAldert Vrij, ekibiyle birlikte “iyi bir yalancı” olabilmek için ne gibi özellikler gerektiğini araştırdı. Başarılı yalancıların 18 ortak özelliğe sahip olduğunu ortaya çıkartan Vrij ve ekibi, bu özelliklere sahip olan kişilerin en iddialı sorgucuyu bile terleteceğine inanıyor.

Davranışları manipülatiftir (yönlendirme yeteneğine sahiptirler): Makyavelciler pragmatik yalancılar olup, hiçbir şeyden korkmazlar ve endişe duymazlar. Bunların sürekli dolap çevirdiklerini ve planlarını çok akıllıca kurguladıklarını belirten Vrij şöyle konuşuyor:
“Konuşurken sizi etkileri altına almaya çalışırlar. Ancak bunu yaparken son derece rahattırlar ve özgüvenleri tamdır.”
Rol yaparlar: İyi aktörler iyi yalan söyler; izleyicilerin yalanlarına kandığını görünce özgüvenleri artar.

İfade yetenekleri çok gelişmiştir: İnsanlar üzerinde iyi izlenim bırakırlar. Böylece dikkatleri farklı yöne çekerek insanların düşüncelerine tecavüz ederler.

Fiziksel olarak çekicidirler: Haklı veya haksız, güzel ve yakışıklı insanların, çirkin ve itici tiplerden daha dürüst olduğuna inanılır.

Doğal performans sanatçılarıdır: Bu insanlar ani değişikliklere çok kolay uyum sağlarlar ve bunun yaparken de çevrelerini kolayca kandırırlar.

Yalan konusunda deneyimlidirler: Daha önce yalan söylemeye alışık olan insanlar korku ve suçluluk gibi duygularını örtbas etmekte ustadırlar. Oysa deneyimsiz bir insan bu duyguları davranışlarına yansıttığı için kendisini ele verir.

Özgüvenleri tamdır: Her şeyde olduğu gibi kendinize güvendiğiniz zaman mücadeleyi yarı yarıya kazanmış sayılırsınız. İnsanları kandırma konusunda yeteneklerinize güvenmeniz şarttır.

Duygusal kamuflaj: Yalancılar gerçek duygularını maskelemekte ve bunların tam tersi bir izlenim uyandırmakta ustadırlar.

İyi hatiptirler: Etkili konuşma yeteneğine sahip olan yalancılar, sözcüklerle oynayarak dinleyicilerin kafasını karıştırırlar. Sorulara verdikleri yanıtların, soru ile ilgisi olmadığı için dinleyici ne sorduğunu bile hatırlayamaz.

Hazırlıklıdırlar: Her soruya hazır bir yanıtları olduğu için tereddüde yer bırakmazlar. İnsanlar hızlı yanıtların doğru olduğuna inanır.

Doğrulanması mümkün olmayan yanıtlar: Bilgiyi gizlemek (“Gerçekten hatırlamıyorum”, “ Şu anda aklıma gelmiyor” vb..) bazen o anda uydurulmuş bir yalana tercih edilebilir, çünkü onaylama gereksinimi ortadan kalkar.

Bilgiyi tutumlu kullanırlar: Yalancılar, kendilerine sorulan soruları yanıtlarken minimum bilgi verirler. Böylece ayrıntılarla ilgili soru sorulmasını engellemiş olurlar.

Acil durumlar için ilginç ve orijinal düşünceler: Kılı kırk yaran bir yalancı bile beklenmedik bir soru veya durumla karşılaşırsa afallayabilir. Bu gibi durumlarda cebinizde her koşula uyabilecek orijinal ve ilginç düşünceleriniz bulunmalı.

Hızlı düşünme yeteneği: Duraksamalar ve “hımmm”, “ıııı” gibi dolgular, dinleyicilerde kandırılıyormuş kuşkusunu doğurur. Dolayısıyla hızlı düşünen ve tek ayağı üzerinde yalan kıvırabilen yalancılar makbuldür.

Zekâ önemlidir: Zekâ yalancının üzerine binen “bilişsel yükü” kaldırmasında çok büyük kolaylık sağlar. Yalan söyleyen bir kişi, söylediği yalanın yarattığı içinden çıkılması zor durumlardan zekâsı ile yara almadan kurtulur.

İyi bir bellek şarttır: Sorgucunun kulakları tutarsızlara çok açıktır. İyi bir bellek, yalancının ayrıntılar konusunda hata yapmamasını sağlar.

Doğrudan çok fazla uzaklaşmamak yararlıdır: “Doğruyu büken” yalanlar, 180 derecelik yalanlardan genellikle daha inandırıcıdır ve daha az bilişsel çaba gerektirir.

Kuşkuyu okuma becerisi: İyi bir yalancı, dinleyicilerde ortaya çıkan en ufak bir kuşku belirtisini bile sezebilme ve anında gerekli ayarları yapma becerisine sahip olmalıdır.

Suçlulara büyük fayda sağlayacak bu bilgileri niçin veriyoruz? Vrij ve ekibi bu bilgilerin özellikle sorguculara yol göstereceğine inanıyor. Ayrıca raporlarının sonuç kısmında bu becerileri sonradan kazanmanın zorluğuna da değiniyorlar: “Bu çalışma sayesinde yalancılar bu ipuçlarından yararlanarak daha etkili yalan söyleyebilecekler. Fakat bu özelliklerin pek çoğuna insanlar doğuştan sahiptir: pek çoğu kişiliklerinin ayrılmaz bir parçasıdır. Başka bir deyişle insanlar iyi bir yalancı olarak doğar.”

Çocuklarda depresyon sebebi

Boşanmış ailelerin çocukları suça ve yalana eğilimli oluyor.


Günümüzde gençler arasında hırsızlık ve yalan gibi problemler oldukça arttı. Bu ruhsal bozuklukların sebebi bilinen aile yapısının değişmiş olması. Uzmanlar boşanmış ebeveynlerin çocuklarının depresyona girme riskinin oldukça yüksek olduğunu söylüyor. Artan boşanma oranlarıyla birlikte gençler arasındaki davranış bozuklukları da artıyor.  25 yıldır İngiltere Psikiyatri Enstitüsü´nün yaptığı araştırmalarda gençlerde davranış bozukluğunun daha fazla görüldüğü meydana çıktı. 1990 yılındaki gençlerde, kendi ebeveynlerinin gençliğine göre daha fazla davranış bozukluğu görülüyor. Bunun nedeniyse artık tamamen değişen aile yapısı, bekar anne ve babaların tekrar aileler kurması. Sadece anne ya da baba ile büyüyen çocuklar yaşıtlarına göre ruhsal açıdan daha sağlıksız. Bilindiği üzere çocukluk döneminde geçirilen psikolojik sorunlar çocuğun ilerde yaşamını oldukça etkiliyor.

Stres bedelini ağır ödetiyor!


Amerika'da yapılan araştırma, stresin insan yaşamında nelere mal olduğunu bir kez daha hatırlatır nitelikte.

Aşırı stres altında kalmak, saçların beyazlamasından kansere kadar birçok hastalığa neden oluyor.
Kuzey Carolina’daki Duke Üniversitesi’nden Prof. Robert Lefkowitz’in liderliğinde yapılan araştırmanın sonuçları Nature dergisinde yayınlandı.
Araştırmada stresin neden olduğu adrenalin salgısının saçların kırlaşması gibi kozmetik gelişmelerin yanı sıra kanser gibi ciddi sağlık sorunlarına da yol açabileceği görüldü.

Sosyal Fobiyi Aşmak Kolay mı?


Sosyal ortamlarda kendini ifade edememe, sosyal ilişkilere başlayamama ya da devam ettirememe, kendine güvenmeme, sürekli kendini eleştirme ve buna eşlik eden heyecan belirtileri, sosyal fobiye işaret! Bakalım, bu konuda Psikolog Eda Gökduman ne gibi tavsiyelerde bulunmuş?
Sosyal fobi belirtilerini günlük yaşamda çok fazla yaşayan kişi; çevresindekiler ile bu özel durumu paylaşmak ve bir uzmana danışmakta zorlanabiliyor. Sosyal ortamlarda bulunmamayı seçerek kaçma davranışı gösterebiliyor ki bu da hastalığın seyrini olumsuz etkiliyor.
Sosyal Fobi Yaşamımızı Olumsuz Etkiliyor
Bu kişiler; sürekli başkalarının kendisinden daha iyi, daha güzel ya da daha başarılı olduğu düşüncesi içerisindedir. Kendisi bir türlü bir şeyleri başaramamaktadır. Kendisini beğenmez. Sosyal bir ortama girdiğinde herkesin kendisine baktığını ve onunla ilgili olumsuz şeyler düşündüklerini hisseder. Kendine güven duygusu yetersizdir ve sürekli olumsuz düşüncelerle kendini yorar. Başkalarının kendisi ile dalga geçeceği, başkalarının yanında küçük düşeceği ve rezil olacağı düşünceleri olumsuz düşüncelerinden birkaçıdır. Bu düşünceler nedeni ile sosyal ortamlarda yer almaz, sürekli olarak kaçma davranışı içerisindedir.
Kişide korku ve sıkıntı yaratan toplumsal durumlar beraberinde anksiyete dediğimiz belirtileri getirir. Bu belirtiler bazı kişilerde daha da belirgindir. Kalp ritminde artma, hızlı nefes alma, terleme, titreme, kaslarda gerginlik, midede rahatsızlık ve sıkıntı hissi, yüz kızarması, sıcak ya da soğuk basması belirtilerden birkaçıdır. Bu belirtiler bedensel bir rahatsızlığa bağlı değildir. Kişi, olumsuz düşünceleri ile bedenini harekete geçirmekte ve anlamsız olduğunu bildiği halde kontrol edememektedir. İş yerinde aktif görev almaktan kaçınır. Duygusal ilişkilerde başarısızdır.
Sosyal fobiyi, toplum içinde yemek yiyememe, konuşma yapamama ve konuşmaya başlayamama, göz iletişimi kuramama, yazı yazamama şeklinde yaşayan kişiler olsa da evden çıkamayacak, geceyi gündüz, gündüzü gece olarak yaşayan daha ağır düzeyde kişiler de vardır.
Başarılı Sonuç için…
Bu kişilerin kesinlikle psikiyatri desteği öncelikli olmak üzere tedavi sürecine başlaması gerekmektedir. Tedavi sürecinde ilaç desteği ve terapi süreci etkili olmaktadır. Kişi kendisi ve çevresi ile ilgili olarak olumsuz düşüncelerini kontrol etmeyi öğrenerek toplum içinde yer alma, iletişim kurma ve aktif rol alma ödevlerini yerine getirmektedir. Tedavi sürecinde güven ve kişinin tedaviye uyumu, başarıda çok etkindir.

Çocuklarda Sosyal Fobi Kalıcı mı?


“Sosyal fobi, utanç verici bir duruma düşmekten, onaylanmayacak bir davranışta bulunmaktan, alay edilmekten korkma durumudur” şeklinde tanımlama yapan Nöroloji Uzmanı Dr. Mehmet Yavuz, tüm yönleriyle çocuklarda sosyal fobiyi anlattı.

Birçok insanın sorunu olan sosyal fobi, küçük yaşlarda ortaya çıkabiliyor. Okul hayatında sıkılgan, çevresi ile bağlantı kurmayı sevmeyen, hırçın ve aşırı aile baskısı yaşayan çocuklarda sık rastlanan bir durum.

Başlangıcı
Korku duygusu, bebekliğin 4. ayından itibaren başlar. Fobi ile korku karıştırılmamalıdır. Bir korkuya fobi denebilmesi için, korku ile beraber kaçınma davranışının da olması gerekir. Bu rahatsızlık, genellikle 13–24 yaşları arasında yaygındır ancak çocukluk yaşlarında da sıklıkla görülür ve ileride de devam edebilir.
Belirtileri

Ellerin titremesi, terleme, kekeleme, göz iletişimi kuramama, kalbin çok hızlı atması, yüzün kızarması başkaları tarafından kolayca tespit edilebilen kaygı belirtileridir. Sosyal fobisi olanlar, huzursuz davranışlar sergiler ve sık sık rahatsız olduklarını belirten bahaneler üretirler. Aniden kekemelik görülen bir çocukta sosyal fobi riski araştırılmalıdır. Sosyal fobi davranışları sonucunda gelişen kekemelik, bu fobinin daha da ağırlaşmasına neden olabilir.

Aynı zamanda çekingen çocuklarda da bu durum görülebilir. Fakat çekingen ya da utangaç çocukların ileride sosyal fobi yaşayacağını söylemek doğru değildir. Bazı çocuklar, doğuştan getirdikleri kişilik özellikleri doğrultusunda diğer çocuklara göre daha fazla içlerine kapanık, daha az girişken ya da özellikleri ile yaşıtlarından daha pasif olabilirler.

Tedavi Süreci

Uzman ve ailenin de yardımları ile çocuklarda daha çok oyun terapisi ile tedaviyi gerçekleştirmek ve çeşitli sembollerle soruna odaklanmak mümkün olur. Bu şekilde çocuğun yaşamış olduğu korku, kaygı ve kaçış duygularını kontrollü terapilerle yenmesi sağlanır.

Ailelere Öneriler

• Aileler, çocuklarına olan tutum ve yaklaşımlarını değiştirmeli, profesyonel yardım almalıdır.

• Sosyalleşme sıkıntısı yaşayan çocuklara genellikle başarabilecekleri bir görev verilmeli ve cesaretlenmeleri sağlanmalıdır.

• Çocuklar sosyalleşebilecekleri çeşitli aktivite merkezlerine yönlendirilebilirler. Bu şekilde aileden biraz uzaklaşarak daha sosyal olabilirler.

Asya-Pasifik hattında bir Türk

Asya-Pasifik hattında bir TürkUlaş Başar Gezgin, bilişsel bilimler doktorası yapmış ve bir Avustralya üniversitesinin Vietnam yerleşkesinde iktisat dersleri veriyor, Asya üzerine şehir planlaması çalışmaları yürütüyor. Aynı zamanda şair olan Gezgin ile yeni çıkacak kitabı vesilesiyle buluştuk ve çalışmalarını konuştuk.
'Google'a 'Ulaş Başar Gezgin' yazıp 'enter' tuşuna bastığımızda hakkında yazılanları görünce hayrete düşmüyor değiliz. Çünkü Ulaş Başar Gezgin, bir Avustralya üniversitesinin Vietnam yerleşkesinde iktisat dersleri vermekte olan ve günlük Evrensel Gazetesi'ne Asya-Pasifik üstüne köşe yazısı yazan 1978 İstanbul doğumlu, Darüşşafaka Lisesi mezunu bir genç... Lisans ve yüksek lisans derecesini Boğaziçi Üniversitesi'nden alan Gezgin, psikoloji eğitimini de tamamladıktan sonra, Tayland'da fen bilgisi öğretmenliği yaptı. 2006'da ODTÜ Enformatik Enstitüsü'nden bilişsel bilimler alanında ilk doktora tezini alıp insanbilim alanında ikinci bir doktora için Yeni Zelanda'ya geçti. Sizi on parmağında on marifet genç bilim insanı Ulaş Başar Gezgin'le tanıştırmak isteriz.

- Çok renkli bir CV'niz var. Vietnam'da hocalık yapmadan önce neler yaptınız?2000-2002 yıllarında Boğaziçi'nde iki yıl asistanlık yaptıktan sonra, çeşitli yükseköğretim kurumlarında; psikoloji, insanbilim, dilbilim ve bilişsel bilimler alanlarında ders verdim. Son dönem akademik araştırmalarım, 'Asya çalışmaları' üzerine. İlk kitabım, Octavio Paz'ın İspanyolcadan çevirdiğim 'Kartal Mı Güneş Mi?' adlı düz yazılmış şiir kitabı. Aynı yıl, öykülerim, Gençlik Kitabevi Ödülü'ne değer görülüp yayınlandı. Şimdiye dek 9'u e-kitap olmak üzere 15 kitabım yayınlandı.

- Ne tür kitaplar yazdınız?İngilizce ve Türkçe şiir, opera librettosu, üniversite düzeyinde ders kitabı, İngilizce makale, deneme, öykü ve çeviri şiir gibi dallarda... Kitaplarıma ve diğer çalışmalarıma 'http://ulas.teori.org' sayfamdan erişilebilir. Bazı çalışmalarım, İngilizce, Fransızca, Rusça, Japonca, Vietnamca ve Gürcüce'ye çevrildi.

- ODTÜ'de okudunuz ve sonra Güneydoğu Asya'ya gittiniz. Orada neler yapıyorsunuz?Burada iktisat dersleri verip bir yandan şehir plancılığı üstüne çeşitli çalışmalar yapıyorum. Bu aralar, 1954 öncesi Saygon'dan (bugünkü adı, Ho Çi Min) günümüze kalan Fransız sömürge dönemi yapılarıyla ilgili bir araştırma yapıyorum. Bu tarihi yapılar, gökdelenleşmenin baskısı altında yitip gidiyor. Sömürge döneminde Saygon, Paris'e özenilerek tasarlanıyor. Buradaki opera yapısı ve belediye yapısının aslı, Paris'te. Kentin tarihsel bölgelerindeki dönüşümü inceliyorum. Bunun dışında, Asya ülkelerini olabildiğince gezip Asya halklarını ve kentlerini daha yakından tanımaya çalışıyorum. Geçenlerde Hindistan'a, Laos'a ve Tayland'a geçtim; oralarla ilgili izlenimlerimi gazeteye yazıyorum.

ŞİİR ÖMRÜN VAZGEÇİLMEZİ
- İlk kitabınız bir şiir çevirisi, kendi şiirlerinizi topladığınız kitaplarınız da var. Şiirle ilişkinizi anlatır mısınız?
Şiir, benim için ömrün bir vazgeçilmezi. Kimi şiirlerde güncel olaylara şiirle yanıt vermeye çalışıyorum. Kimilerinde, yaşadıklarımın ve gezdiğim yerlerin kaydını tutmaya çalışıyorum. Birçok şiirim, haberlerden ve özellikle düşlerimden esinleniyor. Çok düş görüyorum ve uyandığımda birçoğunu anımsıyorum. O düşler, şiirin estetiğiyle yoğrularak kurgusal bir nitelik kazanıyorlar. 

- Birçok çeviriniz var. Bundan da bahseder misiniz?Şiir çevirisine özel bir düşkünlüğüm var. Bir şiir, hoşuma gitmişse, çevirmeden duramıyorum. Türkiye'de Asya şiirinin pek tanınmadığını düşünüyorum. Bu boşluğu doldurmak adına, elimden geldiğince çabalıyorum. 2007'de Aralık Yayınevi'nden çıkan 'Asya Yazıları' kitabımda, çeşitli Asyalı şairlerden çevirilerime yer verdim.

- 10 parmağında 10 marifet insanlardan birisiniz. Dünyada anlaşıldığınıza eminiz; aynı şeyi Türkiye için söyleyebilir miyiz?  Türkiye de dünya da, ticarileşmeden payını aldıkça, daha az anlaşılan bir insan olduğumu düşünüyorum. Anlaşılmak, biraz da kendini anlatabilmekle ilgili; ancak, suya sabuna dokunmayan kitapların çoksatar olduğu günümüzde, kendini anlatma kanalları, neredeyse tümüyle tıkanmış durumda.

Kızılay Mudanya Gençlik Ve Sağlık Kampı 2011 Uluslararası

Kızılay Bursa Şubesi Mudanya Gençlik ve Sağlık Kampı 2011 uluslararası devre ateşinin yakılmasıyla yabancı misafirlerine veda etti. Kampa katılan Lübnanlı çocuklar, Ortadoğu'nun kargaşasından uzaklaşarak gönüllerinde vakit geçirdi.

Kızılay Bursa Şubesi Mudanya Gençlik ve Sağlık Kampı 2011 uluslararası devre ateşinin yakılmasıyla yabancı misafirlerine veda etti. Kampa katılan Lübnanlı çocuklar, Ortadoğu'nun kargaşasından uzaklaşarak gönüllerinde vakit geçirdi.
Kızılay Bursa Şubesi Mudanya Gençlik ve Sağlık kampında gece yakılan devre ateşiyle 2011 sezonu uluslararası misafirlerine veda gecesi düzenlendi. Ortadoğu'daki sıcak gelişmelerden bir nebze de olsa kurtularak Kızılay kampına gelen 32 Lübnanlı çocuk, 8 gün süren kampta gönüllerince vakit geçirdi. Lübnanlı çocuklara 35 Makedon ve 93 Türk öğrenci eşlik etti. Düzenlenen etkinlikte konuşma yapan Kızılay Bursa Şube Başkanı İbrahim Dönmezer, kültürler arası bir köprü oluşturmaya ve insanlığa hizmet etmeye
devam edeceklerine vurgu yaparak, "Toplumun her kesiminde ızdırap çeken vatandaşlara yardım elini uzatan Kızılay'ın, Mudanya gençlik ve Sağlık Kampının 20 -28 Ağustos tarihleri arası yabancı ülkelerden gelen gençlerimize ayrılmıştır. Yaklaşık 160 öğrencinin katıldığı kampa, müdür, doktor, hemşire, beslenme uzmanı, psikolog, eğitim koordinatörü, eğitim şefi, beden eğitimi, müzik, halk oyunları öğretmeni, gençlik ve sosyal destek gönüllülerinden oluşan 30 kişilik ekip destek vermiştir. Devre süresince, branş
öğretmenlerinin rehberliğinde aktivite programları düzenlenerek, gençlerin giyinmelerinden yemek yemelerine kadar her türlü ihtiyaçlarıyla ilgilenilmiştir. Kampta sabah sporuyla başlayan gün, müzik, resim, halk oyunları, beden eğitimi, drama dersleri ve yüzme faaliyetleriyle devam etmiştir. Aynı zamanda gençlere ve annelerine Kızılay ve faaliyet alanları, ilkyardım ve afet konularında akademik eğitimler ve iletişim ağırlıklı psiko- sosyal eğitimler verilmiştir" şeklinde konuştu.
Konuşmanın ardından hep bir ağızdan şarkılar söyleyen çocuklar, yakılan devre ateşinin ardından gönüllerince dans etti.

İyilik eziyete dönüşmesin!

Onları sevmeyin ya da bakmayın demiyoruz. Bir evde 30 kedi beslemenin hayvanservelikle ilgisi olmadığını söylüyoruz. Veterinerlere göre bu aslında hayvanlara yönelik bir işkence ve psikolojik bir rahatsızlık. Eğer onları gerçekten düşünüyorsanız, evinize bakabileceğiniz sayıda hayvan alın ve Haytap'ın çağrısına uyun, sokağınıza bir kap su ve biraz yiyecek koyun.



Aşırı evcil hayvan biriktirme diye bir rahatsızlığı belki çoğunuz bilmiyorsunuzdur. Özellikle büyük şehirlerde yaşanan, veterinerlerin bile tepkilerden çekindiği için açık açık dile getiremediği bir sorun. Zaten hayvan hakları konusunda çok ciddi sıkıntıları olan bir ülkede bir de kalkıp 'bu kadar çok hayvanı aynı evde yaşatmaya çalışmak da bir nevi işkencedir' demeleri elbette biraz zor. Ama bir veterinerle sohbet etme olanağı bulduğunuzda bu konuyu açmayı deneyin. Duyduklarınıza inanamayacağınız kadar çok hikâye anlatacaktır size. İşte bizim dinlediğimiz bir örnek:
“Varlıklı bir aile. Kadın oldukça bakımlı ve şık gelirdi buraya. Evde iki kedi beslediğini söylüyordu. Zamanla kedilerin sayısı artmaya başladı. 10, 20 derken 30'u geçtiğini sanıyorum. Bir süre sonra o şık ve bakımlı kadının görüntüsü değişmeye başladı. Para yetiştiremiyordu kedilerin bakımına. Mamasını geçtim, birisi hastalansa diğer bütün kedilere bulaşıyordu. Bu bir veteriner için çok zor durum. Hangi kedinin hasta olduğunu bulmak, hangilerine bulaştığını ortaya çıkarmak. Ya da hepsine aynı ilacı vermek. Onların aşıları... Bir de o evin halini gözünüzün önüne getirin. Dar bir mekânda yaşamaya çalışan, sürekli birbirleriyle kavga eden ve hastalıktan kurtulamayan kediler. Evdeki o ağır koku ve bazı hastalıkların insanlara bulaşma riski de cabası. Bu durum haliyle karı koca arasında da büyük bir tartışma yaratıyordu. Adam başa çıkamayınca karısından ayrılmak zorunda kaldı. Kadın hâlâ sokak sokak gezip kedi toplayıp evine götürmeye çalışıyor. Sadece oturduğu mahallede de değil neredeyse İstanbul'un her yerini dolaşıyor. Aslında bu da hayvana yönelik bir işkencedir. Kadınla konuşup anlatmayı çok denedim, yaptığının aslında hayvanseverlikten uzak olduğunu söyledim. Ama nafile. Başka bir ruh halinde oldukları için bu sefer bize de saldırıyorlar.”
İstanbul Veteriner Hekimler Odası Yönetim Kurulu Başkanı ve İstanbul Üniversitesi Veteriner Fakültesi Fizyoloji Anabilim Dalı’ndan Prof. Dr. Murat Arslan da veterinerlerden bu yönde çok fazla şikâyet aldıklarını anlatıyor. Ayrıca uzman psikolog Özge Altan Aytun'un anlattıkları da bu durumun psikolojik boyutlarını anlamamız açısından önemli. Peki nedir bizimle birlikte yaşayan hayvanlara karşı sorumluluğumuz ve bunun ne kadar farkındayız?
Söze hayvanseverliğin tanımıyla başlamakta yarar var. Neticede ya evlerimizde bahçelerimizde bir ya da birden fazla hayvan besliyoruz ya da sokak hayvanlarıyla bir şekilde iletişim kuruyoruz. Aslında Murat Arslan, günümüzde şehirli hayvanseverlik tanımının da değiştiğini belirtiyor: “Her şeye rağmen doğadan uzaklaşan ve yalnızlaşan insanın, son zamanlarda sığındığı liman hayvan sahibi olmaktan geçiyor. Sorumluluğu taşıyamayan kişiler bir süre sonra bu hayvanları sokağa bırakıyor, kötü şartlarda yaşamasına neden oluyor.” Bu önemli bir tanımlama. Çünkü sorumluluklarımızın ne kadar farkında olduğumuzu çok da sorgulamıyoruz. Arslan, “Malesef birçok insan halen hayvanı, alınıp satılabilen, doğum günlerinde hediye edilen bir süs eşyası gibi görüyor. Bu nedenle hayvanı sahiplenirken onun yaşamıyla ilgili bir hazırlık yapma gereği duymuyor. Oysa ki gerek insani, gerek hukuki sorumluluklarımız buna engel olmalıdır.” Aslında 5199 sayılı kanunda hayvanseverlerin sorumlulukları belirlenmiş. Yetersiz de olsa cezai yaptırımlar bu yasa maddesiyle açıklanıyor. Fakat malesef denetim yetersizliği ve “ne olacak, ne de olsa hayvan” zihniyeti, yaptırımları engelliyor.
Karnı tok sırtı pek değiller
Sanmayın ki iş bu kadarla sınırlı. Tüm bu hassasiyetleri üzerinde fazlasıyla hisseden kimi hayvanseverler, sokaktaki tüm hayvanları evlerine alıyor, onlara bir yaşam alanı sunmaya çalışıyor. Bazılarının evdeki hayvan sayısı ise 20-30'u geçiyor. Elbette ki hayvanları çok seviyorlar, bakımını üstleniyorlar. Ancak bu kadar çok hayvanın bir arada, küçük evlerde yaşaması onların sağlığını da etkiliyor. Arslan, “Özellikle kedi ve köpekler çok hareketli hayvanlardır. Bu nedenle yaşadıkları ortamlar enerjilerini atmalarına uygun genişlikte olmalı. Kalabalık ortamlarda bu ihtiyaçlarını gideremezler ve kalp damar hastalıkları, davranışsal problemler dahil birçok sağlık sorunu ortaya çıkabilir. Öncelikle bireylerin hayvan sahibi olabilmeleri için onların da aileden bir birey olacaklarını, hastalandıklarında veteriner hekime götürüleceğini, rutin bakımlarının olacağını, gezmeleri ve sosyalleşmeleri için onlara zaman ayırmaları gerektiğini göz önünde bulundurmaları gerekir” diyor.
Bu arada en azından hayvanlar sokakta değil, evde karnı tok sırtı pek yaşıyorlar diyenler de olacaktır. Ancak onlarca hayvanı küçücük evlere doluşturmak, bir sorumluluk göstergesi değil. O yüzden zaten bu konuyla ilgili ciddi çalışmalara ihtiyaç var. Arslan, “Öncelikle eksik olan mevzuatların acilen tamamlanması, bütün hayvanların daha sahiplenirken kayıt altına alınarak mikroçip uygulaması yapılması gerekir. Böylece sokağa bırakılan hayvanların sayısında azalma olacağını düşünüyorum. Diğer taraftan ilgili kurumlarımızın özellikle petshop ve benzeri yerleri denetlemeleri birçok sorunu önleyecektir. Bizim oda olarak önemsediğimiz konulardan biri de eğitim. İmkânlarımız dahilinde İstanbul'daki ilköğretim okullarında hayvan sevgisi ve çevre konularında bilgilendirme yapıyoruz. Bu konuların ilköğretimlerin müfredatına konması ileriye yönelik kaygılarımızı azaltır. Biz bütün hayvanseverlere sokağınızdaki dostunuzu senede en az bir kere veteriner hekime götürün diyoruz” diyor ve son söz olarak ekliyor: “Hayvansever olmak en az çocuk sahibi olmak kadar sorumluluk gerektirir.”
Aşırı evcil hayvan biriktirme
İşin bir de psikolojik boyutu var. Uzman psikolog Özge Altan Aytun, araştırmaların evinde bakabileceğinden fazla sayıda evcil hayvan beslemeye çalışan kişilerde psikolojik sıkıntılar gösterdiğini söylüyor. Bu, zamanla kontrol altına alınmazsa bir rahatsızlığa dönüşüyor. Onun da literatürdeki adı “Over-accumulating Pets”, yani“Aşırı evcil hayvan biriktirme”. Aytun, bunun sebeplerinin kişiden kişiye değişeceğini ancak genel anlamda geçmişte yaşanan travma ya da yaşamını kaybeden bir kişinin yerine koyma, takıntı haline getirme gibi nedenlerle ortaya çıkabildiğini söylüyor: “Bu kişi için önemli olan o evcil hayvana sahip olmaktır. Böyle bir istismar durumu olduğu fark edildiğinde bazı ülkelerde o hayvanlar sahibinin elinden alınıyor. Bu tabii sahibinin de rahatsızlığını arttırabilir. O yüzden bu kişilerin aynı zamanda psikolojik yardım almaları gerekir.”
İşte Aytun'un anlattıkları:
“Bu kişiler, hayvanlar sağlıksız ortamda, kirli veya ölmek üzere olsa bile mükemmel bir bakım sağladıklarını düşünüyor. Hasta veya yaralı bir hayvan gördüklerinde hemen alıp eve getirmek istiyorlar, çünkü onların düşüncesine göre en iyi bakımı onlar sağlayabiliyor. Bu kişilerin evlerini evcil hayvanları için organize ettikleri düşünülebilir ama genelde evleri hayvanların yaşaması açısından son derece kullanışsız çoğu zaman hayvanların barınabileceğinden küçük ve kirlidir. Yalnızca bu da değil. Hayvanlarla kurdukları iletişim, bir zaman sonra dış dünyayla kurdukları iletişimi etkiliyor ve bu kadar çok hayvanla, uygun olmayan koşullarda yaşamaya çalışan insanlar, gün geliyor gerçeklikten uzaklaşıyor. Sosyal ortamları genelde yok, yalnız yaşıyorlar, dolayısıyla dış dünyaya kapalılar. En büyük sorunları, onları sahip oldukları hayvanlarla ilgili eleştiren herkes. Aslında bu durum, hayvanlara da büyük zarar veriyor. Sahipleri ise bunu fark etmiyor. Bu kişilerin mutlaka uygun psikoterapi ve ilaç tedavisi görmeleri gerek. Bu şekilde bakabilecekleri kadar evcil hayvan ile beraber normal hayatlarını sürdürmeleri sağlanabilir. Ancak bu kişiler, genellikle hallerinden memnun oldukları için kendileri yardım aramayacaktır. O yüzden komşuların ve yakınların mutlaka bu kişileri tedaviye yönlendirmesi, konu ile ilgili kuruluşları bilgilendirmesi gerekir.”

23 Ağustos 2011 Salı

Güçsüz kalıyorlar


Günümüzde çocukların bilgisayar ve televizyon başında uzun saatler geçirerek hareketsiz kalmalarının, onları geçmiş nesillerdeki çocuklardan daha güçsüz, zayıf ve şişmanlığa daha yatkın duruma getirdiği belirtildi. 
   İngiltere’de yapılan bir araştırma, günümüz çocuklarının, 1990’lı yıllarda büyüyen çocuklara kıyasla daha az kaslı olduklarını ve fiziksel güç gerektiren aktivitelerde daha başarısız olduklarını ortaya çıkardı. 
   Konuyu değerlendiren Çocuk Hastalığı, Sağlığı ve Kardiyolojisi Uzmanı Dr. Suphi Hüdaoğlu, hareketsizliğin çocuklarda motor gelişimi geciktirdiğini, sorunlara yol açtığını belirterek, çocukların bilgisayar ve televizyon başında geçirdikleri zamanın, günde yarım saati aşmamasına dikkat edilmesini istedi. 
   Spor Eğitmeni Yeliz Bilen de gelişim sürecindeki çocukların, hareketsiz yaşam sürmelerinin kalp ve solunum sistemi ve kemik gelişimini olumsuz etkilediğini belirterek, kuvvet ve dayanıklılıkta yetersizlik, kilo kontrolünde zorluk ve obezite gibi sorunlarla karşılaşıldığını söyledi. 
   Psikolog Ayla Kahraman, vaktinin önemli bölümünü bilgisayar başında geçiren çocukların, sosyal hayata uyumsuzluk yaşayabileceği, uyku düzeninin bozularak, duygusal zekasının olumsuz etkilenebileceği uyarısında
bulundu.
Hüdaoğlu: Günde yarım saati aşmamalı
   Çocuk Hastalığı, Sağlığı ve Kardiyoloji Uzmanı Dr. Suphi Hüdaoğlu, masa başında, bilgisayarda ve televizyon önünde uzun saatler geçiren çocukların, motor gelişiminde gecikme yaşandığını söyledi. Aynı zamanda obezite oranının da arttığını beliren Hüdaoğlu, atıştırma yaşandığını ve sağlıksız beslendiklerini kaydetti. 
   Çocukların sosyal diyaloglarının azaldığını söyleyen Hüdaoğlu, bunun toplumsal sağlığı da olumsuz etkilediğini belirtti.
   Bunların yaşanmaması amacıyla ailelere tavsiyede bulunan Hüdaoğlu, “Çocukların, bir günde yarım saatten fazla bilgisayar ve televizyon başında kalmamalarına dikkat etmeliler. Bilgisayarın aile kontrolünde bilinçli kullanımı sağlanmalıdır” dedi.
Bilen: Gelişimi olumsuz etkiliyor
   Spor Eğitmeni ve Beden Eğitimi öğretmeni Yeliz Bilen, çocukların ve gençlerin hayatında bilgisayarın çok etkili olmasının, fiziksel gelişmeyi olumsuz etkilediğini belirtti. 
   Gelişim sürecindeki çocukların, hareketsiz yaşam sürmelerinin kalp ve solunum sistemi ve kemik gelişimini olumsuz etkilediğini kaydeden Bilen, kuvvet ve dayanıklılıkta yetersizlik, kilo kontrolünde zorluk ve obezite gibi sorunlarla karşılaşıldığını söyledi. 
   Bilen, “Koordinasyon, hız, çabukluk gibi fiziksel özelliklerin çocuk ve genç yaşta geliştiğini düşünürsek, gelişme çağındaki hareketsiz yaşamın olumsuz yanlarını daha iyi anlayabiliriz. Gelişme çağında spor yapmak çocukları psikolojik ve sosyal açından da olumlu etkiliyor” dedi. 
   Bireysel sporların kendine güven ve sorumluluk duygularını geliştirdiğini anlatan Bilen, takım sporlarının, liderlik, paylaşma, yardımlaşma ve bireysel hırsların önüne geçmeyi öğrettiğini belirtti. 
   Bilen, bilgisayar başında geçen zamanlarda, çocukların heyecanı, ekran karşısında aradıklarını kaydetti.
Kahraman: Duygusal zeka düşebilir
   Psikolog Ayla Kahraman da, bilgisayar başında uzun saatler geçiren çocukların, tek kişilik bir dünyada yaşadığını, dolayısıyla, bu dünyadan gerçek dünyaya geçtiğinde uyum sağlamakta zorluk çektiğini belirtti. 
   Kahraman, “Gerçek dünyada işler, tek bir tuşa basarak, fareciği azıcık sola hareket ettirerek yürümüyor. Yaşanan olayların, tekrar baştan başlama şansı da yok. Çocuklarımızın kırılgan, güçsüz ve sorunlarla baş edebilmede yetersiz görünmelerinin nedeni budur” dedi. 
   Utangaçlığa eğilimli çocukların, sosyal ortamın doğal hareketliliğinde bunu içselleştirmeden benlik değerini güçlendirerek yenebileceğini kaydeden Kahraman, bilgisayar başındaki çocukların ise tek kişilik bir dünyaya hükmettiğini, sosyal yaşama karışması gerektiğinde karşısına baş etmesi zor olan duygusal ve sosyal sorunlar çıktığını belirtti. 
   Bilgisayarda gereğinden fazla zaman geçiren çocuğun uyku bozuklukları yaşama riskinin de arttığını kaydeden Kahraman, duygusal zekâda düşüşlerin de olabileceğini söyledi. 
   Kahraman, ailelerin gereken dikkati göstermemesi halinde bilgisayarın çocuğun dünyasındaki yerinin giderek artacağını, ona egemen olacağını, bunun beden ve ruh sağlığı açısından bir çıkmaza yol açacağı uyarısını yaptı

"Ruhsal hastalıklar, nüfus artışıyla orantılı olabilir"


Ülkemizde çeşitli ekonomik, sosyal ve politik durumlardan dolayı ruhsal ve sinirsel hasta sayısı gün geçtikçe artarak ilerliyor.
Sağlık Bakanlığı’ndan aldığımız istatiki bilgilere göre, Barış Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastahanesi’nde poliklinik hasta sayısı, 2009 yılında 14 bin 266 iken 2010 yılında 15 bin 532’ye ulaştı. 2011 yılının ilk altı ayında ise bu rakam 8 bin 159’a ulaştı.

Söz konusu durumla ilgili İngiltere Brunel Üniversitesi’nde uzmanlık kazanan Uzman Psikolog Umut Oktar ile görüştük. Oktar, ruh ve sinir hastalıkları hastanesindeki yatılı hasta sayısındaki artışın, ekonomik sebeplerle beraber artan nüfusa orantılı olabileceğini belirtti ve çarpıcı açıklamalarda bulundu:
“YATILI HASTALAR BELİRLİ BİR ÖDENEK ALIRLAR”
Uz. Psi. Umut Oktar ile görüşmemiz, konuya ilişkin detaylı istatistiki bilgi alınamamasıyla başladı. Psikolog olmalarına ve konuyla birebir ilgili olmalarına rağmen kendilerinin dahi detaylı istatiki bilgiye ulaşmakta zorlandığını belirten Oktar, bunun sağlıklı veriler elde etmekte sakınca doğurduğuna dikkat çekterek, böylesi bir durumda ancak varsayımlar üzerinden konuşabileceğinin altını çizdi. Oktar, bu konuyla ilgili yetkililerin ya bilinçli olarak söz konusu bilgileri vermediklerini ya da detaylı istatiki kayıtların olmadığını savundu.
“ÜLKEDEKİ NÜFUS ARTIŞINA ORANTILI ŞEKİLDE YATILI HASTA SAYISI ARTIYOR OLABİLİR”
Oktar, konuşmasının devamında, yaşanan ekonomik sıkıntılarla da bağlantılı olarak, akıl,ruh ve sinir hastalıklarında tedavi gören insanlara sosyal hizmetler kurumundan ödenek çıkarılması nedeniyle bundan faydalanan vatandaşların ödeneği alabilmesi için özellikle yataklı tedavi isteyebildiklerini dile getirdi.
Oktar, “Birincisi, Türkiye’den ve diğer ülkelerden gelen göçmen sayısı çok fazla. Özellikle son yıllarda büyük artış gösterdi. Dolayısıyla ruh ve sinir hastalıklarındaki artış, artan nüfusa orantılı bir şekilde gerçekleşmiş olabilir.
İkincisi, akıl, ruh ve sinir hastalıkları hastanesine yatan hastaların sosyal hizmetlerden tedavi gördüğü süre boyunca belli bir maaşa bağlanması söz konusudur. Dolayısıyla ülkenin ve dünyanın içerisinden geçtiği ekonomik krizle de birlikte bağımlıların hastaneye yatmaya karar vermesi de mümkündür.  Ekonomik bir gelir olsun ve aynı zamanda tedavi olabileyim düşüncesiyle böyle bir durum olmuş olabilir.
Üçüncüsü ve daha çok yoğunlaştığım mesele ise kapatılma konseptidir. Kapatılma diyorum çünkü, akıl hastaneleri, hapishaneler, eğitim kurumları esasında insanların iyileşmesi, toplumun gelişmesi gibi ‘ulvi’ sebeplerden dolayı var olan kurumlar  olarak görünse de bu kadar masum olduklarına inanmıyorum. Bu kapatılma meselesiyle de o yüzden biraz ilgiliyim. Ailenin, toplumun, yönetsel otoritenin değer yargılarından, normlarından, şu veya bu şekilde sapma gösteren insanların, anormal diye adlandırılması, dolayısıyla sağlıksız oldukları, ruh sağlıklarının yerinde olmadığı izlenimi var. Bu çok da sağlıklı bir çıkarım değildir. Normal olmamak başka birşeydir, sağlıksız olmak başka birşeydir. Bunu akıl hastanelerinin özelinde de konuşacak olursak, insanların normalleştirilme ve belli bir kurumsal iktidara tabi kılınma ve bu kurumsal iktidar üzerinden insanların otoriteyle olan ilişkisinde belli bir bağımlılık ve itaat ilişkisi düzenleme fonksiyonu vardır. Dolayısıyla akıl hastanelerine olan hasta sayısının artışı ya da artmayışı bahsini ettiğim bu süreçlerle de ilişkilendirilebileceği gibi, akıl hastanelerinin orada oluşu bile incelemeye değer bir alandır”dedi.
“KRONİK SERVİS DİYE BİRŞEY VAR”
Hapishanelerin, akıl hastanelerinin ve eğitim kurumlarının insanların ‘belli bir kurallar bütününe uyum sağlamaları’ işlevini gören kurumlar olduğunu söyleyen Oktar, bu kurumsal dinemiklerin işleyişinde ceza prensibinin öenmli bir yer tuttuğunu belirtti. Ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde ‘kronik servis’in olmasının da insanlara ‘ilelebet orada olacakaları ya da olabilecekleri’ hissini verdiğini söyledi.
Oktar, “Ne kadar katı bir normatif düzen içindeyseniz o kadar fazla akıl hastanelerine, eğitim kurumlarına ve hapishanelere ihtiyaç duyarsınız. Bizim ülkemizde de bu üç kuruma çok değer verilir. Toplum olarak biz çok normatif yaşayan insanlarız. Akıl hastanesinin içinde yaşanan o iyileştirme çalışmalarına da değinmek gerekiyor. Orada yapılan şeyin, insanların ruh sağlıklarının iyileştirilmesi olduğuna ve dolayısıyla ‘ulvi’ bir göreve hizmet ettiğine dair bir inanç vardır. Sanırım buradaö kurum içinde insanların yardıma ya da uzman desteğine ihtiyaç duymasının ötesine her zaman gidildiğini söylemek gerekiyor. Tabiri caizse kendi dinamiğinin kontrolünü kendi eline alan bir kurumsal yapıdan ve özetle ifade etmeye çalıştığım fonksiyonlarından bahsediyorum. İçerideki uzmanların da o kurumsal dinamiklere tabi olması söz konusu...
İnsanların kafasında ‘oraya hasta gidersin ve sağlıklı bir birey olarak çıkarsın’ var. Bu kadar basit değil. Temel olarak yapılan şey, psikiyatrik otoriteye kişinin tabi tutulması ve ona itaatın sağlanması. Psikiyatrik iktidar üzerinden, hastaların normalleştirilmesi ve normalleştirilemezse eğer normalleşene kadar kronik servise alınması söz konusu. Yani ruh sağlığında uzman insanlarsınız ve kurumsal yapılanmanızı da tamamlamışsınız var ve ‘kronik servis’ diye bir şey var. Bu ‘ilelebet orada olabilirsin’ demektir. Dolayısıyla kurumları fonksiyonel olarak düşündüğünüzde insanların bu bahsettiğimiz akıl hastanesi, eğitim kurumları ve hapishaneler ilişkisi üzerinden iyileştirmeö geliştirme vs. adı altında iktidara tabi kılınması söz konusu” dedi.
“UYUŞTURUCU MADDEYİ DESTEKLEYENLER VAR”
Madde bağımlılığındaki artışa da değinen Oktar, bu maddelerin çok kolay temin edilebildiğine ve bunu engelleyici bir uygulamanın olmayışına dikkat çekti.
Oktar, “ Maddeler uyuşturucu ve uyarıcı maddeler olarak ikiye ayrılır. Esasında çok eski zamanlaradn beri kullanılırlar. Dünyadaki bazı kültürel ritüellerin de içinde maddeleri görmek mümkündür. Bu tür maddelerin kullanımının artışı insanların yaşamındaki ekonomik, sosyal, ailevi sıkıntılardan dolayı olabiliyor. Ancak bundan da önemlisi uyuşturucu maddelere çok kolay erişilebiliyor. Yani meseleyi iki boyutuyla düşünmek gerekiyor. Ülkede yasa dışı maddelere ulaşmak çok kolay. Bu ülkede her hangi bir düzeyde, yeterli bir kontol yok. Ortaokul öğrencileri bile istediklerinde çok kolay temin edebiliyorlar. Dolayısıyla bu maddelere bu denli kolay ulaşılabilirken, bunun önüne geçebilecek bir siyasi ya da güvenlik düzenlemesi yok. Hatta bunun desteklendiğini söyleyenler bile var. Çünkü belli bir kar var bu işin içinde ve bunun kar marjının yüksek olması nedeniyle belli başlı şekilde desteklendiğini söyleyenler var” dedi.
“PSİKOLOĞA BAŞVURMAKTAN ÇEKİNMEYİN”
Savaştan etkilenenlere ve kayıplarının kemiklerine yeni erişenlere de tavsiyede bulunan Uz. Psi. Umut Oktar, aynı zamanda insanların psikoloğa gitmekten çekinmemeleri gerektiğini vurguladı.
Oktar, “Yaşamınız esnasında sevdiğiniz birileri ölür, onları kaybedersiniz. Bir yas süreci geçirirsiniz. O yası sağlıklı atlatabilmeniz için bir uzmanla beraber hareket etmekte fayda var. Ancak savaştaki kayıplar farklıdır. Ölmemiş, ölememiş insanlar vardır. Ne ölü ne de diri olan insanlardan bahsediyorum. Ölememiş bir insanın yasını tutamazsınız. Öldüğüne dair somut birşeyiniz yok. Ne ölüsünü ne dirisini göremiyorsunuz. Dolayısıyla o yas ne başlayabildi ne de son bulabildi. Ortada bir muğlaklık var. Kazılardan sonra kemiklerin çıkmasıyla beraber aslında bu yas başlatılıyor. Gerçekten insanlar yakınlarının, o zaman öldüklerini kabul edebiliyor. O zaman yas dönemi başlayabiliyor. Ayrıca Kayıplar Dairesi’nin de psikologlarla beraber çalıştığını biliyoruz” dedi.
Kendisinde ya da yakın çevresinde herhangi bir ruhsal bozukluk, rahatsızlık, sıkıntı ya da benzer problemler gören insanların bir ruh sağlığı uzmanına gitmekten çekinmemelerini temenni ettiğini belirten Oktar,  “zaten bir uzmanla görüşmeden neyin ne olduğu tam olarak anlaşılamaz. Vakalar uzman desteği olmadan sağlıklı şekilde çözülmez. Herhangi bir problemle ilgili bir psikologa gidilmesini tavsiye ediyorum” dedi.
NORMALDEN Mİ SAPTINIZ?
Psikoloğa gitmenin boğazımız ağrıdığında, boğaz doktoruna gitmek kadar doğal olduğunu vurgulayan Oktar, psikoloğa gitmek için ille de çok büyük sorunlarımızın olmasının gerekmediğini söyledi.
Oktar, “En başta söylediğim gibi Kıbrıs’ta biz çok normatif yaşıyoruz. Bununla bağlantılı olarak normalden biraz sapınca utanç duyuyoruz. ‘Normalden saptım. Dolayısıyla ben sağlıksızım. Ben deliyim’ düşüncesi oluyor. Bu sağlıklı bir düşünce değil. Dünyanın geneline baktığınızda Kuzey Kıbrıs bu anlamda çok orijinaldir. Ne uluslararası anlamda ülke olabilmiştir, ne kendisini toplum olarak bütün dinamikleriyle var edebilmiştir. Bu yüzden kendi içerisine kapanmış bir ülkedir. Dolayısıyla böyle ülkelerde  katı normatif yaşam kalıbı görmek mümkündür. Dünyanın diğer yerlerine baktığınızda psikoloğa gitmek için bir rahatsızlığınızın, bir hastalığınızın olması gerekmiyor. Herkesin bir psikoloğu vardır. Herkesin bir psikoloğunun olması gayet sağlıklı bir durumdur. Psikoloğa herkes gidebilir. Aslında bunu medya kuruluşlarının da yardımıyla, sizin gibi uzmanlara söz hakkı vermeye çalışan kuruluşların da sayesinde bunun normal bir süreç olduğunu, psikoloğa gitmenin başka bir boğaz ağrısı için doktora gitmekten çok da bir farkı olmadığını yavaş yavaş insanlara anlatmamız gerekiyor. Gitmekten çekinmemek lazım”dedi.
“HÜKÜMETLERİN BÜYÜK AYIBI”
Ülkemizde psikologların bir yasaya tabi olmadıklarından dolayı herkesin psikologmuş gibi davranabileceğini ve bunun yasal bir yaptırımının olmadığını belirten Oktar, bu nedenle sağlıklı bir hizmet ortamının yakalanamadığından yakındı. Oktar, psikologlar için yapılacak bir yasayla çok daha sağlıklı hizmet verilebileceğini de sözlerine ekledi.
Oktar, “Bizim psikologlar olarak bir yasamız yok. Bu aslında bütün hükümetlerin büyük bir ayıbıdır. Utanç kaynağı olması gerekiyor. Ruh sağlığı çalışanlarının hatrı sayılır bir kısmının yasal düzenlemesi yok. Yani bu ülkede market açar gibi klinik açıyorsunuz. Vergi Dairesi’ne bağlısınız, Sağlık Bakanlığı’na ya da başka bir merkeze değil. Biz psikologlar olarak ‘psikolog oda yasasının’ geçmesi için yıllardır uğraşıyoruz. Hükümetin artık bunun ivedi bir ihtiyaç olduğunu kavraması gerekir. Bizim oda yasamızın olmaması demek, bizim mesleki düzenlememizin olmaması demektir. Bizim hastalarla ilişkimizin, kimse tarafından kontrol edilmemesi demektir. Hatta bu işte uzman olduğunu söyleyen insanların, uzmanlığının kontrol dahi edilmemesi söz konusudur. Bu büyük bir sorundur ve halledilmesi gerekir. Çünkü, insanların canıyla ilgileniyorsunuz. İnsanların canıyla ilgilenmek çok ciddi bir iştir. Bu yasal düzenleme yokken diğer herşey ağır aksak gidecektir” dedi.