10 Ekim 2011 Pazartesi

Anne sütü psikologa ihtiyacı da azaltıyor


Kanser gelişiminden obeziteye, diş çürümesinden solunum yolu hastalıklarına kadar birçok sağlık sorununun doğal ilacı olarak gösterilen, zekâ seviyesi ve bağışıklık sistemi üzerinde olumlu etkileri olan anne sütü, psikolojiye de katkı sağlıyor.
Emzirmenin, bebek, anne ve aile için çok önemli yararları olduğunu ifade eden Karadeniz Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yakup Arslan, ‘'Anne sütüyle beslenen bebeklerde alt ve üst solunum yolu enfeksiyonları daha az görülür. Çünkü anne sütü bağışıklık sistemini güçlendirir ve ilk aşı görevi yapar. Beyin hücrelerinin gelişimini düzenleyen hormon yapısında faktörler ile beyin gelişiminde gerekli birçok element ve besin maddesi barındıran anne sütü, zekâ seviyesini artırır'' dedi.
Gereksiz hiçbir besini içermeyen anne sütünün, günümüzün en büyük problemlerinden olan obezite riskini azalttığına da dikkat çeken Arslan, ''Çünkü emzirmenin aşamasına göre otomatik olarak yağ içeriği değişir. Anne sütünün bebeğin doymasını sağlayan özel bir kontrol sistemi vardır'' diye konuştu.
Kalsiyum, fosfat ve flor gibi elementleri ideal düzeyde barındıran ve çürük yapan mikropların üremesini önleyen anne sütünün dişlerin çürümesini önlediğini de vurgulayan Arslan, ''Anne sütü ayrıca bir yandan hücrelerin normal gelişimini sağlarken, diğer yandan dış etkenlerden korunmasına yardımcı olarak bazı kanserlerden korur'' dedi.
Prof. Arslan, anne sütünün önemli etkilerinden birinin de ileri yaşlarda ortaya çıktığını dile getirerek, şöyle devam etti: ''Anne sütü alan bebekler büyüdüklerinde çok daha az psikiyatrik rahatsızlık yaşarlar. Bebek anne sütüyle beslenirken günde 8-10 kez, bazen 12 kez anne kucağına alınır. Bebeğe anne tarafından şefkat gösterilir. Bebekle anne arasında ciddi bir iletişim olur. Bu da bebeğin gelecekte sağlıklı bir birey olmasına yardımcı olur.''
ANNE İÇİN DE YARARLIEmzirmenin anne için de yararları olduğunu bildiren Arslan, ''Doğum sonrası kanamayı önler, rahmin daha erken toparlanmasına yardımcı olur. Meme, yumurtalık ve rahim içi kanserlerine yakalanma riskini azaltır. Şeker hastalığı olan annelerin insülin ihtiyacını azaltır. Kemik erimesinden korur. Anne, gebelik sürecinde almış olduğu fazla kiloları daha erken verir'' diye konuştu.
EMZİRİRKEN BUNLARA DİKKATArslan, anne sütü ile beslemenin doğumdan hemen sonra veya ilk yarım saat içinde başlaması gerektiğini belirterek, emzirmenin doğru yapılması için dikkat edilecek noktaları şöyle sıraladı:
''Emzirmeye başlamadan önce eller iyice yıkanmalı, göğüsler dahil her şey tertemiz olmalıdır. Bebek memeye konmadan önce 3-5 dakika süreyle yanağı anne memesine değecek şekilde tutulmalı, bebek en rahat pozisyonda tutularak emzirilmelidir. Sadece meme ucu değil, etrafındaki kahverengi bölgenin bebeğin ağzına girmesi gerekmektedir. Emzirme aralığı çocuğun isteğine bırakılmalı, sınır veya standart bir aralık bırakılmamalıdır. Emzirme süresi ilk günlerde her meme için 10 dakika, daha sonra 15 ile 25 dakika olmalıdır. Emzirmeye gece de ara verilmemelidir. Anne strese maruz kalmamalı, bebeğe odaklanacak her türlü konfor sağlanmalıdır.''

9 Ekim 2011 Pazar

ENDİŞELERİMİZ ÇOCUKLARIMIZI YETİŞTİREBİLİR Mİ?

Çocuğumu nasıl yetiştirmeliyim?’ ‘Ne yaparsam çocuğumu iyi yetiştirmiş olurum?’ Soruları anne babaların en çok sordukları sorulardandır.
Endişeli şekilde sordukları bu soruları yanıtlamadan önce birkaç kuramı inceleyerek başlayalım ve sonrasında bir vaka örneğiyle devam edelim.

Erik Erikson’un epigenetik formülasyonuna göre her dönemin tatminkâr çözümlenmesi yapılmalıdır. Belli bir dönemin yeterli çözümlenmesi yapılmazsa, takip eden tüm dönemlerde fiziksel, bilişsel, sosyal veya duygusal formlarında bu yetmezliği bir şekilde yansıtacaktır. Yani her dönemin kendine has sorunları olup o dönemde çözülmeyen sorun bir sonrakini etkiler. Mesela istemlerinin dikkate alınacağına dair fikir; kişide temel güven duygusu gelişmesiyle ilintilidir.

Yeni doğmuş bebeğin sağlıklı gelişebilmesi için, ihtiyaçlarının tamamının onu sarmalayan ve koruyan çevre tarafından (bakıcı-ebeveyn) karşılanması gerekir. Winnicott buna kusursuz çevre adını vermiştir ki bebeğin başlangıçtaki ihtiyacı yüzde yüzdür. Yani bakıcının-ebeveynin bebeğin her isteğine fiziksel ve ruhsal yanıt verebilecek donanımda olması gerekir çünkü bebeğin bu ihtiyaçları bakım veren dışında kendi kaynaklarını kullanarak karşılayabilme olanağı yoktur.
Kusursuz çevre, yeni doğmuş bebeğin gereksinmelerine etkin bir biçimde uyum gösteren çevredir. Başlangıçta iyi (psikolojik) çevre fiziksel olandır, yani fizyolojik ihtiyaçların karşılandığı ve genel olarak ilgi gördüğü çevredir. Bu çevre duygusal, psikolojik ya da sosyal gibi farklı tanımlayıcı kavramları gerektirecek yeni bir niteliği ancak zamanla kazanır ve bebeğinin ihtiyaçlarını onunla özdeşleşerek anlar, kavrar.
Aslında hiç birimizin kusursuz olmadığını bebek de zamanla (fiziksel ve ruhsal gelişimiyle paralel olarak) algılamaya başlar ve bu duruma zihinsel işleyiş ve anlama yoluyla tahammül etmeyi öğrenerek uyum gösterir. Yanılsamadan çıkarak anneyi kusursuz olma ihtiyacından kurtaran şey bebeğin anlayışıdır.
Olayların normal seyrinde, anne bebeğini kavrayamayacağı rastlantılardan ve diğer olaylardan uzak tutmaya çalışır. Genel anlamda, anne bebeğin dünyasını elinden geldiğince basit tutmaya çalışır. Peki, her yaştaki çocuklarımız için de mi aynı şekilde davranacağız?

Örnek vaka; kırklı yaşlarda baba, ergenlik dönemindeki oğluyla birlikte görüşmeye gelmişti. Sorun oğlunun sosyal olmaması, devamlı evde vakit geçirmesi, bilgisayarın başından kalkmaması ve bazı takıntılarıydı.
14 yaşındaki Ahmet görüşme sırasında sanki kendisinden bahsedilmiyormuşçasına odayı incelemekte ve ikide bir cebinden çıkardığı telefonuna bakmaktaydı. Zaten ona göre de bir sorun olmamakla birlikte, niçin buraya geldiklerini de anlamamıştı. Daha önce de bir uzmana gitmişlerdir ve sadece ilaç önerilmişti. İlaç kullanılmamış uzun bir süre psikolojik yardım da alınmamıştı.
Baba, yapılan birebir görüşmede evde işlerin eskisi gibi yolunda gitmediğini ifade etmekteydi. Annenin uzun zamandır devam eden hastalığı nedeniyle ailenin yaşam tarzı değişmişti. Eşinin işe devamlılığı hastalık nedeniyle bozulmuş ve çok sık aralıklarla hastanede yatışları mevcuttu. Baba endişeli ama bunu eşine ve çocuğuna hissettirmemek için çok çaba göstermekteydi. Bir araya gelip hastalığı bile konuşamamışlardı. Herkes çok meşguldü ya da güçlü olmak-görünmek zorundaydı. Aile bu dönemde aynı zamanda ekonomik zorluklar da yaşamaktaydı. Ama yaşı 50’ye gelen Bay S. bunu aileye belli etmeden halletmenin yollarını bulmak için çok çabalamış ve tekrar olmaması için de var gücüyle çalışmaktaydı. Herkes birbirine gülücükler dağıtmakta ve bu dönemin bir an önce geçmesini ummaktaydılar. Tam da bu dönemde Bay S.’ye göre Ahmet’in sorumluluklarını bilmesi ve ailenin yükünü hafifletmesi gerekirken, daha çok bilgisayarda vakit geçirmesi, ders başarısının eskisi kadar iyi olmaması nedeniyle Bay S sinirlenmekte ve Ahmet ile aralarında öfkeli tartışmalar geçmekteydi. Ahmet çok istemese de babası tarafından kaydedildiği kurslara ise gitmektedir. Baba durumu “Ahmet eğer sosyal olur, kendi başına ilişkiler kurar ve ayakları üzerinde durmayı öğrenirse bizlerin başına bir şey gelse bile çocuğumuz için gözümüz arkada kalmaz” şeklinde ifade etmekteydi.

Ahmet ise babasının kaygılarını yersiz bulmakta, bilgi çağındayız demekte ve arkadaşlarıyla da internet üzerinden vakit geçirmekteydi. Dersleriyse geçen seneye göre daha iyi bir konuma gelmiş hatta derece bile almıştı. Annesi hastalandıktan sonra babası kendisiyle daha çok ilgilenmeye başlamıştı ve babası eskisine göre sinirliydi. Evet, bazı sorunları olduğunu kendisi de kabul etmekteydi. Masası düzgün olmadan ders çalışamamakta ve hastalıklarla ilgili kötü bir haber okuduğunda içinden üç kez aynı duayı tekrar etmekteydi. Ama evde olup annesiyle daha çok vakit geçirmek onun için bulunmaz bir nimetti ve bu anları doya doya annesiyle yaşamak istiyordu.

‘Ailede hastalığın konuşulmuyor olmasının sorunu çözmediği düşünüldüğünde acaba iletişimin arttırılıp duyguların daha çok paylaşılması sıkıntıları azaltabilir miydi?’
‘Baba bu endişeli hal ile çocuğunun yetişmesine katkıda bulunabilir miydi?’
‘Ahmet’in ailesindekilere ve özellikle annesine bir şey olmasın diye tekrarladığı takıntıları vardı ve sadece psikoterapi yeterli olur muydu?’
‘Acaba annede görüşmelere çağrılmalı mıydı?’

Ailede iletişim becerileri attırılmasıyla ve duygunun paylaşılmasıyla sorunlar hızla azalmaya başladı. Anne de seansa katılmayı istedi ve seans çok duygu yüklü geçti. Annenin hastalığı zaman zaman hastaneye kaldırılacak kadar ağır olsa da hastalıkla birlikte yaşamayı öğrendiler. Ahmet’in takıntıları tamamen yok olmasa da azaldı. Ayrıca Ahmet kendi tercihleri doğrultusunda daha fazla sosyalleşti. Bay S.’nin ekonomik gücü çok artmış olmasa da endişeleri azaldı ve Ahmet ile beraber tatile bile gittiler. Tatili ise Ahmet planladı.

‘Ebeveynler çocuklarını her şeyden her zaman ve her yaşta koruyabilirler mi?’ Ya da ‘Korumalı mıdırlar?’ Ve baştaki soruya dönersek, ‘Neleri doğru yaparsam çocuğumu iyi yetiştirmiş olurum?’
Freud’un tavsiye isteyen anneye yanıtı ise “ne yaparsanız yapın, nasıl olsa kötü olacak”tır. Burada Freud’un belirtmek istediği ebeveynleri suçlamak değildir. Ana-babanın çocuklarıyla ilgili ideale erişmesinin olanaksızlığı, güçlüğüdür. İdeal yerine gerçekliğin ve olabilirliklerin olduğu güzel günlerle



Kaynaklar:
1. Zihin ve Psike-Somayla İlişkisi, D.W. Winnicott (1949)
2. Yaşamın Sekiz Evresi, E. Erikson,
3. Freud’a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle Oldu? , C. Mathelin, Kitap Yayınevi 

İş stresine boyun eğmek yok


Çalışma hayatının temposu altında eziliyor, yoğun stres altına giriyorsanız sakın üzülmeyin. Uzmanların bu konudaki çözüm önerilerini uygulayarak, sağlığınızı da etkileyen stresle başa çıkmanız mümkün
İş stresine boyun eğmek yok!
Günümüzün yoğun  temposunda çalışan herkesin ortak sorunu olan stresle başa çıkabilmek aslında hiç de zor değil. Uzmanlara göre belli bir derecede stres olması vücut için sağlıklı ancak yoğun stresin birçok hastalığa da sebep olabiliyor. Yapılan çalışmalar yoğun stres altında çalışan ve sürekli strese maruz kalan kişilerin özellikle işlerinde kontrol onlarda değilse ve fazla yük alarak çalışıyorlarsa kalp krizi geçirme risklerinin oldukça yüksek olduğunu söylüyor. Peki, iş stresi yaşadığınızı nasıl anlarsınız? İş dünyasına yönelik olarak eğitim ve danışmanlık hizmetleri veren Beynin Gücü İnsan Kaynakları Genel Müdürü Uzman Psikolog Ayben Ertem bu bulguları şöyle sıralıyor: Gergin, çabuk kızan, alıngan ve depresif hissediyorsanız, işe karşı ilginiz azaldıysa, kayıtsız ve duyarsız hissetmeye başladıysanız, uyku sorunu yaşıyorsanız, yorgunluk hissediyorsanız, konsantre olmakta güçlük çekiyorsanız, kas ağrıları ve baş ağrıları yaşıyorsanız, mide ağrıları yaşıyorsanız, sosyal içe çekilme yaşıyorsanız, stresle baş etmek için alkol kullanmaya başladıysanız, yüksek iş ve işyeri stresi yaşıyor olabilirsiniz. "

Küçük molalar hayat kurtarır" İnsan vücudunun gerginliğe ve strese verdiği tepkinin temel yollarından birinin deri yoluyla olduğu bilgisini veren Ayben Ertem, "Heyecanlandığınız, korktuğunuz ya da herhangi bir şeyden rahatsızlık duyduğunuzda sistem bütün vücudunuzdaki kimyasal ve fiziksel değişiklikleri aktive eder. Gevşemiş ve sakin olduğunuz zaman deri resistansınız artar, gergin olduğunuz zaman deri resistansınız düşer" diyor. Sürekli masa başında oturarak iş yapılıyorsa önemli bir işinizin ortasında olmasa bile bir işi bitirdikten sonra veya belli bir aşamaya geldikten sonra küçük molalar verilmesi gerektiğini söyleyen Ertem, beş dakikalık molaların bile yeterli olacağını söylüyor. Ertem'in başka bir önerisi de sürekli kızgın ve asık suratlı dolaşmamak. Sinirleneceğinizi hissettiğiniz an o ortamdan kısa bir süre uzaklaşın derin nefes alıp geri dönmenizi öneriyor Ertem. "Eğer kızgın olmaya devam ederseniz motivasyonunuzu ve enerjinizi yitirir günün devamında verimli olamazsınız. Fazla katı olmayın, eleştirilere kulağınızı kapatmayın, iyi bir dinleyici olun, değiştiremeyeceğiniz şeyleri değiştirmeye çalışmayın" diyen Ertem önerilerine şöyle devam ediyor: "Bu neden böyle, bana bunu neden dedi şimdi" gibi sorgulamalarla uğraşmayın."

Stresle başa çıkmanın yolları 
* Mutlaka kahvaltı edin. Mümkünse spor yapın, ondan sonra işe gidin.
* Gün içerisinde yapacaklarınızın yazılı olduğu bir ajanda tutun. Ayrıca ihtiyacınız olduğunda başkalarından yardım isteyebilmelisiniz.
* Fazla iş yükünün ağırlığı altında ezilirken derin ve yavaş nefes almayı unutmayın. Sırtınızı rahat bir yere yaslayın mümkünse gözlerinizi kapayın burnunuzdan derin bir nefes alın ve yavaşça verin. Bunu 5 ila 10 dakika yapmanız bile sizi rahatlatacaktır.
* İyi uyuyun. İyi uyku stresi azaltmakla kalmaz, gün içerisindeki enerjinizi ve işinize daha fazla konsantre olmanızı sağlar.
* İş arkadaşlarınızla ve yöneticilerinizle çatışma halinde olmamaya çalışın. Daha iyi iletişim becerileri geliştirin. İşyerindekilere negatif tavırlar sergilemekten kaçının. Çatışma çıkarsa anlaşmazlığı fazla uzatmadan en kısa sürede çözme yoluna gidin.

Kuzey Güney dizisindeki asıl trajedi


Baba ve oğul ilişkisinin anlatıldığı dizi Türk aile yapısının önemli başlıklarından evlat ayrımcılığını konu alıyor.
Popüler kültürün yeni ürünü yerli dizimiz Kuzey ve Güney. Başladığı günden itibaren Kıvanç Tatlıtuğ'nun oyunculuğu ve yeni tarzıyla çok konuşuldu. Burada ikinci planda kalan ama belki de mercek altına alınması gereken bir diğer konu da şuydu. O da baba ve birbirine zıt karakterdeki iki oğlu. Kuzey (Kıvanç Tatlıtuğ); okulunu yarıda bırakmış, serseri, kavgacı, ailenin işe yaramaz çocuğu, her zaman ağabeyi Güney'i kıskanmış bir karakterken, Güney ise; (Buğra Gülsoy) ekonomi okuyan, ailenin akıllı uslu kontenjanının hakkını veren, aynı zamanda çalışıp master için para biriktiren bir karakter. Baba, öfkesi burnunda, yolunda gitmeyen şeylere verdiği tepki ya bağırıp çağırmak ya da çevresindeki insanlara şiddet uygulamaktan ibaret olan, şefkatten yoksun, iletişimsiz, çocukları arasında ayrımcılık yapan bir figür.

TOPLUMUN AYNISI

Aslında yukarıdaki fotoğraf bize çok yabancı değil. Bu kadar trajik olmasa da çocukları arasında ayrımcılık yapan, itaat edeni bağrına basan, çocukları üzerinde sevgi bağından çok otorite kurmaya çalışan babalar ve oğulları yok mu? Bu dizideki karakterleri sadece kurgudan ibaret görmeyip, işin daha derinine indiğiniz ve gerçeklik tarafına eğildiğinizde ortaya oldukça sevimsiz bir manzara çıkıyor. İşte ben de popüler kültürün bize sunduğu, kimileri için keyif, kimileri için uyarı niteliği taşıyan bu dizinin, bize gösterdiği gerçekliği sosyolog Ali Murat Yel ve psikiyatrist Nevzat Tarhan'a sordum. Bakın ortaya nasıl bir tablo çıktı.

HER AİLE FARKINDA OLMADAN ÇOCUKLARINI AYIRIYOR

ALİ MURAT YEL
Öncelikle tabloya sosyolojik bir taraftan bakmak için Marmara Üniversitesi Sosyoloji Başkanı Ali Murat Yel' soruyorum. Dizi de gösterilen aile modelinin Türkiye'de çok yaygın olduğunu söylüyor ve diyor ki; "Türk toplumu ataerkil bir toplum. Baba figürü çocuklarla dayak üzerinden ünsiyet kuruyor. İtaat eden çocuk daha çok sevilir. Kendine özgün düşünceleri ve itirazları olanlar toplum tarafından da çok sevilmezler. Güney daha çok itaat ediyor ve daha çok sorumluluk sahibi ve babası tarafından daha çok seviliyor. Annesi küçük olanı yani Kuzey'i daha çok seviyor." Yel'e göre çocuk ayrımcılığı Türk toplumunu sorunlu hale getiriyor. "Aynı cinsiyetteki çocuklarda anne ve babanın gözdesi ayrı oluyor. Bu da çocuklar arasında rekabeti körüklüyor. Anne baba arasındaki çatışmayla çocuk arasındaki çatışma birbirine yansıyor. Bu Türk toplumunda çok yaygın." Ali Murat Yel ailelerin çocuk ayrımcılığını benimsemedikleri ama bunu pratiğe yansıtmadıkları görüşünde. "Sokağa çıkıp insanlara 'çocuklarınız arasında bir ayrım yapıyor musunuz' diye sorsak, herkes yapmadığını iddia edecektir. Ama pratiğe geldiğinde bir çocuğun diğer çocuktan biraz farkı vardır." Yel, her çocuğun anne ve babasının yansıması olduğunu söylüyor ve ekliyor: "İnsanlar anne ve babalarından ne gördülerse onu yapıyorlar. Babasından dayak yiyen bir çocuğun ileride eşine ve çocuğuna şiddet uygulaması kadar normal bir şey yok. Türk toplumunun kendi otoritesi zayıf. Bu otorite şiddetle kurulmaya çalışılıyor."

EN BÜYÜK PROBLEM AİLELERİN YAPISINDA

Yel'e göre her ne kadar Türk toplumu ataerkil olsa da bu toplumu oluşturanların kadınlar olduğunu söylüyor: "Anneler kız çocuğu ve erkek çocuğuna farklı davranıp ayrımcılık yaparken aslında şiddetin temelini atıyor. Bu toplum kadınların hakim olduğu bir toplum. Bugün kadın dernekleri anneleri eğitse daha sağlıklı bir toplum oluşabilir." Şiddetin ve diğer iletişimsizliklerin ana sebebinin aile bağları olduğunu söyleyen Yel, "Her ne kadar batıda aile çöktü biz de yaşıyor desek bile bu bir şehir efsanesi. En büyük problem ailelerin yapısında. Aileler kendi sorumluluklarını başkalarına yüklemekle hayatlarını geçiriyorlar. Çocuk ailede terbiye alması gerekirken onu okuluna göndererek, sorumluluğu üzerlerinden atıyor. Ortak kaliteli zaman geçirme giderek imkansız hale geldiği için toplumda aile bağları giderek zayıflıyor." Yel, ilginç bir noktaya daha değiniyor ve diyor ki; "Türkiye'de muhafazakar kesim iyice modernleşti. Tatil ve eğelence mekanları gelişti. Meşguliyetleri arttı. Artık çocuğa ayıracak zaman kalmadı. Bu da aile yapılarımızı tehlikeli bir noktaya getiriyor. Muhafazakar kesimin aileye daha bağlı olduğunu düşünürdük ama o da çözülmeye başladı."

Bütün çocuklarınıza aynı davranmayın

Tablonun psikoloji ayağında ise psikiyatrist Nevzat Tarhan var. Tarhan bize karakter okumaları yapıyor ve diyor ki; "Burada çocuklarını seven ama onları fazla eleştiren, öfkeli ve değersizleştirerek geliştirilmiş bir babalık modeli var. Disiplinli ve kurallı bir aile oluşturulamamış bu ailede. Çocuğun babayla özdeşim kurması için diyalog kurulması gerekiyor. Burada babanın sunduğu tek duygu öfke." Bu tarz babalar da kendi babasından aynı muameleyi görmüştür. Bu tarz babaların çocukları arasında ayrımcılık yaptığını vurgulayan Tarhan, durumun cinsiyet ayrımcılığına da vardığını söylüyor. "Bu tarz babalar kıza farklı erkeğe farklı davranıyor.Babanın narsistik özellikleri de oluyor. Bencil, kendini özel ve önemli gören dikdatör özellikli olan kişilerde bu vardır.Kız çocukları kendilerine itaat ettiği için onları daha çok önemserler. Baba kızla daha sağlıklı bir ilişki kuruyormuş gibi gözükür. Ama eğer kız biraz özgürlüğüne düşkünse o zaman çatışmaya başlarlar." Diktatör, kuralcı ve katı babalarda nasıl çocuklar ortaya çıkıyor? Tarhan yanıtlıyor; "Diktatör babada iki tip çocuk çıkıyor ortaya. Özerklik duygusu yüksek olan çocuklar karşılık veriyor ve itiraz ediyor. Ters kimlik geliştiriyor. Babayla bir güç çatışmasına giriyor. Özerklik duygusu olmayan duygularını bastıran bir çocuksa ara bulucu olmaya çalışıyor ve hep kendinden fedakarlık yapıyor. Duygularını bastırıyor ve ruh sağlığı bozuluyor."

DUYGUSAL İHMAL ÇOCUĞU HIRÇIN YAPIYOR

Nevzat Tarhan baba modelenin çok önemli olduğunu söylüyor ve çocukların cinsiyet kimliklerini etkilediğinin altını çiziyor. "Baba eğer örnek alınacak, şefkatli bir baba değilse, ezen, değersizleştiren bir babaysa, çocuk anneye bağlanıyor. Cinsel kimlik bozuklukları da böyle ortaya çıkıyor. Mesafeli, öfkeli bir baba, sıcak koruyucu bir anne. Erkek modeline karşı negatif düşünceler taşıyan bir anne varsa eşcinsel kimlik gelişiyor çocukta. Eğer annede erkeklik kimliğine karşı kötü bir düşünce yoksa bu oluşmuyor." Tarhan'a göre çocuk babasının davranışına göre şekil alıyor. "Çocuk öfkeli kişilikle ilgili ters rol geliştirebiliyor.Mesela baba akademik kariyere düşkünse çocuk tembel oluyor. Babanın istediği kişiliğin tam tersini benimseyerek babadan öc alıyor." Çocuğu yetiştirmede aile tutumunun önemli olduğunu söyleyen Tarhan, ailede demokrasinin olması gerektiğini söylüyor. "Aile içinde eşit davranış kuralları vardır. Onların arasında fikir birliği var mı? Çocuklara karşı eşitlik tanımı var mı? Eğer yoksa çocuklar sorunlu yetişiyor. "Öfkeli, hayata karşı hırçın olan çocukların aileleri tarafından duygusal ihmale uğradıklarını söylüyor Tarhan. Bunun sebebi de özgüven eksikliği. "Bir çocuk babam ya da annem beni sevmiyor diyorsa orada duygusal ihmal vardır. Bunun olduğu yerde özgüven eksikliği olur. Öfkeli bir kişilik gelişir çocukta. Çocuğun kişilik yapılanması sağlıklı olmaz." Her şeye rağmen bunun üstesinden gelinebileceğini söylüyor Tarhan "Kendini geliştirme kapasitesine sahipse, toplumla iletişim kurabiliyorsa, ailenin yaptığı yanlışlıkları kendisi düzelterek bunu atlatabilir. Böyle bir durumda genç ebeveyinlerini düzeltmeye çalışmayacak. Anneyi ve babayı olduğu gibi kabul edip kendi doğrusunu oluşturacak."

ÇOCUĞUNUZU DİNLEYİN

"Anne baba herşeyi ben bilirim diye çocuğa buyurgan yaklaşıyor. Oysaki bütün çocuklar aynı fıtratta değil. Her çocuğun iletişim biçimi ve öğrenme şekli farklı. Çocuk kişilik özelliklerinde 12 farklı tip vardır. Onun anladığı dilde konuşmazsanız iletişim kuramazsınız. Bazıları baskıyla anlar, bazıları da naiflikle anlar. Önce anne ve babanın dinlemesi lazım."


Okul Sendromu



Depresyon Kabusa Dönüşebiliyor!


Kişinin sosyal hayatını ve günlük yaşama dair etkinliklerini etkileyen depresyon, toplumda sık sık rastlanılan psikolojik rahatsızlıklardan sadece biri.

Çağımızın en sık rastlanan psikolojik sorunlarından biri olan depresyonun, toplumda görülme oranının yüzde beş olduğu ifade ediliyor. Araştırmalara göre, bir kişinin yaşam süresi içinde depresyona girme ihtimali yüzde 20 civarında.Uzman Psikolog Dr. Cengiz Demirsoy, depresyonun rüyalar üzerinde de etkisi olduğunu belirtiyor.

Halk arasında depresyon denen, ama aslında bir tür keyifsizlik olarak tarif edebileceğimiz durum, zaman zaman herkesin başına gelebiliyor. Depresyondan farklı olan keyifsizlik, sık aralıklarla tekrarlıyorsa ya da oldukça uzun bir süre devam ediyorsa, depresyon ihtimalinin göz önünde bulundurulması gerekiyor.

Depresyon farklı derecelere sahip...

Hayatımızı olumsuz duygu ve düşüncelerin kapladığı anlar uzmanlar tarafından, hafif depresyon olarak adlandırılıyor. Hafif depresyonun belirtileri; geçmişte yaşanan kötü olayların unutulamaması, gelecek ile ilgili endişelenmeler, hayata ve çevremizdeki insanlara karşı kırılganlık duyma belirtileri verir. Kendine acıma duygusu artar, eskiye oranla tedirginlik ve çabuk sinirlenmeler görülür. Düzensiz ağrılardan şikayet edilir ancak doktora gidildiğinde, herhangi bir sağlık problemi ile karşılaşılmaz.

Depresyon ağırlaştıkça başka belirtiler de ortaya çıkmaya başlar. Derin üzüntü ve yoğun çaresizlik duyguları başlar. Kişi Kendini değersiz görür ve olan biten herşey için kendini suçlar. Hafıza zayıflar, konsantrasyon konusunda güçlükler yaşanır ve dış dünya ile ilgi kesilir.

Kişinin sosyal ortamlara katılma isteği günden güne azalır ve kişi içine kapanır. Uyku, iştah ve cinsellikle ilgili yaşanan bu değişim Majör Depresyon olarak değerlendirilir.

Depresyon rüyaları da etkiliyor. Örneğin çaresizlik, rüyalarda da sık rastlanan temalardan biridir. Psikoterapi süreci içinde depresyon iyileşmeye başladığında, bunun yansımalarını rüyalarda da görebiliyorsunuz. Psikoterapi ilerleyip de depresyon tamamen düzeldiğinde, kötü rüyalar da silinip gidiyor.

Sonbahar onları daha çok hüzünlendiriyor…


Sonbahar, depresif duyguların daha yoğun yaşandığı bir mevsim. Sonbahar hüznü, yaşamın içinde olmaya en çok ihtiyaç duydukları dönem olduğu için yaşlıları daha fazla etkiliyor.

Mevsimlerin insan psikolojisi üzerindeki etkisi yıllardır bilinen bir gerçek. Psikolojik danışman Sema Yüce, sonbahar ve kış aylarında yaşlıların daha depresif, daha hüzünlü ve daha içlerine kapanık olduklarını söyledi.
Sonbaharda yaşlıların ilgiye, sevgiye, sohbete kısacası yaşamın içinde olmaya daha fazla ihtiyaç duydukları dönem olduğunu ifade eden Yüce, ''Yaşlılar, daha çok bu dönemde işe yaramadıklarını, dışlandıklarını ve çevresinin ölümünü beklediğini düşünür. Bu düşünceler depresif duyguları artırır'' dedi.
Özellikle havaların daha kapalı olmasının insanı direkt etkilediğini bunun da depresyona yol açabildiğini belirten Yüce, şöyle konuştu: ''Tabii ki, bizim mevsimlere verdiğimiz anlamlar da önemli. Sonbahar örneğin ölümü ve yok oluşu da çağrıştırıyor. Bu anlamları yükleyen bizleriz aslında. Ama yine de yaşlılar, zaten bir hüzün ve geçmişe dönük, geçmişin özlemiyle, yas halinde yaşadıklarından daha fazla etkileniyorlar bu dönemde. Ayrıca, bugünlerinde, yaşamlarında bazı eksiklikler varsa, bu mevsimin etkisini çok daha fazla hissediyorlar.''
Yaşlıların, soğukta üşütmek, hastalanmak ve kayıp düşme korkusuyla dışarı çıkamadıkları için bu dönemi daha çok evde geçirdiklerini hatırlatan Yüce, evde atıl kalmalarıyla yalnızlık duygusunun birleşmesi sonucunda, depresyon sürecinin de başladığını anlattı.
Yaşlı insanların bu dönemde, her zamandan daha fazla desteğe gereksinim duyduklarına vurgu yapan Sema Yüce şunları söyledi:
'YAŞLILARA VAKİT AYIRMAK GEREKİYOR'''Farklı evlerde yaşıyorsak düzenli ve rutin ziyaretler önem taşıyor. Düzenli ve rutin diyorum, çünkü bu ziyaretlerin düzenli olmaması bile onlarda hüzün yaşatıyor. Yaşlılar için torunun salı günleri veya oğlunun ve gelinin pazar günleri geleceğini bilmesi, torunlarının haftada iki kez telefonla merhaba demek için arayacağını bilmesi çok önemli. Bu dönemler, paylaşmaya ve konuşmaya en çok ihtiyaçları olduğu dönem. Bir konuyu defalarca anlatabiliyorlar. Bu da duyulmadıkları, yeterince dinlenmedikleri duygusunu yaşadıklarını gösteriyor. İnsanlar belki bunlardan sıkılıyor ama yaşlılara bu anlamda vakit ayırmak ve buna gönüllü olmak gerekiyor. Onların özlemleri ve geçmişleri üzerine konuşmalarını dinlemek önem taşıyor. Çocuklarımızı anneanneleri, babaanneleri, dedelerini ziyaret ve sohbet için yönlendirmemiz de çok önemli. Özellikle gençler ve çocuklar, yaşlılara gençlik enerjisi veriyor. Örneğin benim annem, 94 yaşında torunuyla Şebnem Ferah dinleyip maç izleyerek tezahürat yapardı ve bunun kendisini gençleştirdiğini söylerdi. Eğer fiziksel koşulları, gücü yerindeyse, onlardan yapabildikleri şeyleri, örneğin çok sevilen yemeğini, böreğini vs yapmasını veya öğretmesini istemek, yine onların atıllığını kırmak anlamında çok önemli.''
Yaşlılığın kimlik kayıplarının yaşandığı bir süreç olduğunu, yani çocukları gelmiyorsa, ebeveyn eşini kaybettiyse, eş artık çalışmıyorsa iş kimliği kaybını da yaşadıklarını sözlerine ekleyen Yüce, ''Yeni etkinlikler bir kimlik oluşturmak anlamında çok önemli. Örneğin, onun anlattığı deneyimlerden kendi hayatımıza yansıttığımız herhangi birini ona geri bildirimle sunarak, 'deneyimli insan' kimliği kazandırmış oluyoruz'' diye konuştu. Yüce, asıl önemli olanın ise insanların yaşarken birbirlerinin hayatındaki kişilerin kıymetini bilmesi gerektiği olduğunu söyledi.
‘YALNIZLIĞI BİLİMİYORUM…’'Hiç yalnız kalmadığım için yalnız kalırsam nasıl olurdu bilemiyorum'' 80 yaşındaki ev kadını Refika İpek, ev ortamımda, yaşamın içinde mevsimlerin kendisi için hep aynı olduğunu belirterek, ''Her mevsimin, sonbaharın ayrı, kışın ayrı, ilkbaharın ayrı güzellikleri var. Ben hiç yalnız kalmadığım için bunalmadım'' dedi.
Kışın sokağa çıkmanın bazen zor olduğunu anlatan İpek, şöyle konuştu: ''Evde ev işlerimi kendim yapıyorum. Akrabalarım, beni sevenlerimin ziyaretleri oluyor. Çok seviyorum bu ziyaretleri. Arada bazen ben gidiyorum. Torunum var arada o gelir, onunla vakit geçiririm. Zaten büyük oğlumla yaşıyorum. Diğer oğlum sık ziyaretime gelir, gelinim gelir. Sık ziyaret edildiğim için hiç bunalmıyorum, yalnızlık yaşamıyorum. Kitap, gazete okurum, dini konularda okurum, bulmaca çözerim. Zamanımı böyle doldururum. Öyle olmasaydı bilemiyorum. Hiç yalnız kalmadığım için yalnız kalırsam nasıl olurdu bilemiyorum.''
‘KIZIM EVLENDİKTEN SONRA YALNIZLIĞI HİSSETTİM’On yıl önce emekli olan 62 yaşındaki Aysel Ölmez, son döneme kadar yeni evlenen kızıyla birlikte oturduğu için yalnızlık hissetmediğini belirterek, ''Ama çevremde bu mevsimi depresif geçirenler var. Çok şükür ben öyle yaşamadım'' dedi.

Son kızını da evlendirdikten sonra depresif duygular hissetmeye başladığını söyleyen Ölmez şunları kaydetti: ''Boşta kalır gibi oldum. Kendimi hemen aktif yaşam sürecine sokmak için Belediyenin açtığı kurslara katıldım. Yalnız olma duygusu iyi gelmedi. Torunlarım var. Zamanımı onlarla doldurmaya, yaşamımı aktif olarak sürdürmeye çalışıyorum.''
'HÜZÜNDEN BAŞKA BİR ŞEY YAŞAMIYORUM'76 yaşındaki emekli kuaför Yüksel Ersoy, sonbahar hüznünü yoğun yaşayanlardan. Eşiyle yaşayan Ersoy, ''Emekli olalı çok oldu ama çalışmayı bırakalı 5-6 yıl oldu. Sonbahar bizi gerçekten hüzünlü yapıyor. Manzara burada, yapraklar gazel olmuş. Aynı şekilde insanlarda da yaşlandıkça öyle oluyor. Olmaması da mümkün değil, eşyanın tabiatına aykırı'' diye konuştu.
Yüksel Ersoy, şunları anlattı:''Yaz süresince, yazlık evimde çok şeyle ilgileniyorum. Bahçem var, arkadaşlarım var. Ama sonbahar gelince bir bedbinlik oluyor, bir keyifsizlik, iştahsızlık, yalnızlık duygusu oluyor. Daha sonrası için bazı korkular oluyor. Sonbaharda hüzünden başka bir şey yaşamıyorum. İnsanın aklına ister istemez daha kaç sene yaşayacağım, kaç günüm kaldı düşüncesi geliyor. Ben iş yaşamım boyunca mesai mefhumu olmadan çalıştım. 10-18 saat çalıştığım oldu. Onun verdiği yorgunluk mudur nedir, canım bir şey yapmak da istemiyor.''
İki çocuğu olduğunu belirten Ersoy, ''Biri Antalya'da biri Ankara'da. Torunum var biraz uzakta, Avustralya'da. Onların uzak olması zor tabii. Yalnızlığın bedbinliğin bir kısmı da ondan kaynaklanıyor'' dedi.

Ailenizle İyi Geçinmenin Yolları

Büyüklerimizin zaman zaman bizi anlamadığını düşünüp, her söylediğimize ve her yaptığımıza istemeden de olsa müdahale ettiklerini biliyoruz ama  hepimizin bu konuda ortak buluştuğu bir nokta var ki oda onların yaptığı her davranışın altında bizi seviyor olmaları yatmaktadır. Onlarla iyi geçinmek için bizim gözümüzde büyütmüş olduğumuz şeyler aslına bakıldığında çok ufak noktalardan geçmektedir. Bunlar için değişmeye veya bambaşka biri olmaya gerek yoktur sadece birazcık dikkat ve anlayış yeterli olacaktır. En başta sıcak bir gülümseme ve günaydınla işe başlamak ev işlerine yardım konusunda beraber plan yapılıp belli oranlarda yardımcı olmak, zaman zaman aile veya masa başı sohbetleriyle gündemde olan konuları veya sıkıntıları paylaşmak: bunlar için onları gerçekten dinlediğinizi gösterip anlamaya çalışmak bu esnada size ters gelebilecek görüş ve düşünceleri sert tepkilerle ifade etmemek gereklir ayrıca ebevynlerin belli bir yaştan sonra daha da alıngan oldukları hesaba katıldığında düşünerek konuşmak çok önemlidir. Genç çifter kendi çekirdek ailelerini kurduktan sonra kök aileleriyle ilgili bir çok konuya uzaktan seyirci kalabilip ilgi gösterememektedirler bunun için zaman zaman yapılan aile toplantıları hem aradaki bağları kuvvetlendirmekte hemde görüşleri alındığı için aileler kendilerini çocuklarına karşı önemli ve yeterli hissetmektedirler. Unutmamalıyız ki hepimizin bazı konularda kusurları vardır önemli olan bunları tespit edip olaylara daha yapıcı açılardan bakabilmektir. Aile içi bireylerin birbirlerine duydukları sevgi ve anlayışın iletişimde açamayacağı hiçbir kapı yoktur. Sevgiyle kalın...

Çocuklu Olup Kariyerinde Başarılı Olmanın Yolları

Son zamanların en çok konuşulan  ve aynı zamanda aileleri düşündüren konulardan birisi de hem çocuğun hem de kariyerin aynı anda nasıl yapılacağıdır. Günümüzde özellikle çalışan bayanların çocukları yüzünden kendi gelecekleri ile ilgili bir çok planı ertelemesi veya hayata geçirememesi söz konusu olabilmektedir. Anne olmak için ideal yaş kişinin hayattan beklentilerine ve kendini tanıma seviyesine göre değişebiliyor ama annenin iş hayatında beklediği tatmini yaşamış ve hem işine hem çocuğuna zaman ayırabilecek bir düzen kurabilmiş olmasının da önemli olduğu düşünülüyor.  Çocuk sahibi olmak ilk yıllarda kariyer adına çok ilerleme kaydedilmeyen bir dönem olabilmekle beraber ailelerin okul öncesi dönem için çocuklara farklı alternatifler sunup hem çocuğu hem de işini aksatmadığı bir dönem olarak ta karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde kreşler ve anaokulları çocuğun hem sosyal hem de duygusal ihtiyaçlarına cevap verebildiği gibi annenin ve babanın işten arta kalan zamanda kaliteli zaman dediğimiz kavramı hayatlarına dahil etmiş olmasıyla çocuğun gelişim süreci sağlıklı bir şekilde desteklenmiş olmaktadır. Özellikle kadınların hem çalışıp hem de çocuk sahibi olma süreçlerini zorlaştıran ve onları sanki bir seçim yapmak zorundaymış gibi hissettiren bu durumunun sebebinin; kültürel değerler ve toplumsal rollerimiz olduğu düşünülür. Kadınlığa ve anneliğe ilişkin temel öğretilerden biri; öncelik hakkının çocuklar olduğudur. Çocuk olduktan sonrada annelik ve babalık kavramları içinde birer birey olduğumuzu unutup hayatı çocuklara endeksli yaşamış olduğumuz zamanda mutsuz olabilmekteyiz. O yüzden anne baba olma ihtiyacından önce birey olarak kendimizi tatmin eder ve mutlu olabilirsek hayata ve çocuğumuza karşı bakış açımızda bir o kadar olumlu olacaktır.  Özellikle çalışan anne; yaşadığı suçluluk, kızgınlık ve yalnızlık duygularıyla başa çıkmak için de çocuğun yaşadığı en ufak sorunu çalışıyor olmasına bağlayabilir. Ya da eşi, ailesi, eşinin ailesi kadını, çocuğuyla yeterince ilgilenmemekle eleştirebilir, böyle hissettirilebilir. Öncelikle hayatta nelerin daha öncelikle sıralarda olduğunu tespit etmek ve bunlarla ilgili seçimler yapmak lazım. Unutmamalıyız ki mükemmel insan olmayacağı gibi mükemmel anne de yoktur. Çocuğun nasıl bir birey olacağının, sadece annenin çalışıp çalışmamasına bağlı olmadığı, anneliğin sadece anneye bağlı değil; annenin çevresinden öğrendikleriyle, çocuğun mizacıyla, içinde bulunulan fiziksel ve psikolojik koşullarla, eşler arasındaki ilişkilerle de belirlenen bir durum olduğu gözardı edilmemelidir Önemli olan seçimlerimiz ve bu seçimler ne olursa olsun bundan duyabileceğimiz mutluluk ve tatmin duygusudur...

Anın farkında mısınız?


Anın farkında mısınız?Geçen gün, Londra’da psikolog olarak çalışan ve haftanın pek çok günü, genç yaşına rağmen televizyonlarda mesleğiyle ilgili konuşmalar yaparak göğsümüzü kabartan psikolog Özden Bayraktar’la konuşuyordum. Konu, kimsenin anı yaşayamadığı, geceleri ileride olacakları düşünüp veya geçmişin pişmanlıkları içinde boğulup uykusuz kalındığını, günlerinse yorgunluk ve düşünce karmaşası içinde geçtiğiydi. Özden, kısa süre önce konuyla ilgili, Londra’da yaşadıklarını hatırlayarak, şunları anlattı, aynen aktarıyorum: “Tate Britain Sergi Salonu’nda, uzaktan duyduğum nefis bir melodiye doğru yürüdüm. İlerideki büyük odanın içinden yükselen Bach’ın melodisi daha sonra yerini bir kilise müziğinin sihirine bıraktı. Ve işte o odada, büyük bir ekranda oynayan görüntülere takılıp kaldım.

İçinde yaşadığınız ana ait olmayan düşüncelerin, sizi uzaklara götürmesine izin vermeyin.

Beklediğim hareket gelmedi
Karşımdaki görüntü, bir havaalanından çıkan insanların görüntüsüydü. Yavaş çekim ve bu etkili müzikle, insanların hareketleri, adımları, vücut salınımları, her anları öylesine büyüleyici görünüyordu ki! Birkaç dakika seyrettikten sonra daha çok hareket içeren bir kare gelecek , bir şey olacak diye beklediğimi fark ettim. Halbuki yanılmıştım! Hiçbir değişiklik olmuyordu. Aslında herkesin en ufak bir hareketi, adımı, dokunuşu veya tanıdığıyla kucaklaşması zaten kendi içinde bir hareketti. Aslında her anımız ve yaptığımız, yaşamdaki ufacık duruşumuz, o an için ne kadar da değerli ve önemliydi! Hiçbir özel dönüm noktasına ihtiyacımız yok aslında, her anın kıymetini bilerek, sakin ve içsel huzurumuzla yaşadığımız her an bir sanat eseriydi kendi başına. Bu kısa filmin yansıtıldığı ekrana bakakalmıştım! Müthiş bir farkındalık ve hatırlatma anıydı benim için. Bu konuyla ilgili 2010 yılında Harvard Üniversitesi’nde iki bin 250 kişiyle yapılan bir araştırmada, kişilerin günlerin yarısından çoğunu, zihinleri başka bir yerde olarak geçirdikleri tespit edilmiş. Daha açık bir şekilde, kişiler anın içinde olmaktan çok, geçmiş ya da gelecekle ilgili düşünerek, kendilerini yaptıkları işe veremiyor, anı yaşayamıyor.”
ANI YAKALAMAK iÇiN
1-Anın içinde sadece tek bir iş yapın. Tek bir işe konsantre olursak, o işi tam anlamıyla yaşarız. (Örneğin yemek hazırlarken, telefonla konuşmamak gibi.)
2-Bir işi yaparken farkındalık içinde yapın. Örneğin yemek yerken lokmalarımızın farkında olmak, yemeğin tadına daha çok varmamızı sağlar, doyduğumuzu anlamamıza yardımcı olur.
3-Kendize dijital detoks uygulayın. Sürekli olarak eposta ve mesajlarla rahatsız ediliyor olmak bizleri anın içinde yaşamaktan alıkoyuyor, devamlı başka yönlere çekiliyoruz ve farkında olmadan müthiş yoruluyoruz. Bu yüzden her hafta bir gün veya gün içinde bazı saatler kendinize ‘dijital detoks’ uygulayın.
4-Farkındalık yürüyüşüne çıkın. Haftada en az bir kere tüm duyu organlarınıza dikkatinizi vererek yürüyüşe çıkın. Çevrenizdekileri dikkatle görün, dokunabildiklerinize dokunun, adımlarınıza ve nasıl adım attığınıza dikkat edin, çevrenizdeki kokulara odaklanın, sesleri dinleyin, yaşayın her şeyi. Zihin ve bedeninin aynı yerde olmasını, birlikte anı yaşamasını sağlayın.
5-İletişimde olduğunuz kişilerle beraberken, tüm dikkatinizi onlara verin, gözlerinin içine bakın ve tüm algılarınızla onlarla beraber olun!

Çocuklarda İnternet ve Bilgisayar Bağımlılığı

Tartışma Ortamında Büyüyen Çocukların Suça Eğilimleri

Bir çocuğun gelişiminde ilk sosyalleştiği yer aile ortamı olup ilk iletişimi kurduğu yerde aile bireyleridir. O yüzdendir ki çocuğun doğumundan itibaren kazanılmış her türlü düşünce ve davranışlarda anne ve babanın rolü çok büyüktür. Bu düşünce ve davranışlar onun kişiliğini ve ruhsal yapısının temelini oluşturacaktır. Anne ve baba arasında zaman zaman mutlaka çatışmalar ve tartışmalar yaşanacaktır fakat bunların sıklığı ve eşlerin birbirini sözel veya fiziksel olarak incitmesi çocuğun psikolojisini olumsuz bir şekilde etkileyecektir. Çocuk  bu durumdan kendisini sorumlu tutup, anne/babasının onu sevmediği hissine kapılabileceği gibi kendi sosyal ilişkileri içerisinde ve  kişiliğin oluşum sürecinde de  bu tarz düşünce ve davranışları benimseyip onlara göre hareket edecektir. Bunların beraberinde getirdiği duygusal ve davranışsal durumları örneklendirmek gerekirse: hayata karşı isteksizlik, insanlara düşmanca hisler geliştirmek, hayvanlara eziyet etmekten  zevk  almak, yalancılık, hırsızlık, çeşitli  tikler  edinmek, özgüven eksikliği , çekingenlik gibi birçok psikolojik rahatsızlığın temelinde huzursuz aile ortamında yetişmek etkilidir. Okul çağı çocuklarında ise dikkatlerini yeterince toparlayamadıkları için ders başarılarında düşme, okulda arkadaşlarına agresif davranma veya kendi içine kapanıp yalnız kalma gibi problemler ortaya çıkmaktadır.
 
Eğer çocuk evdeki tartışmaya  şahit olmuşsa, ebeveynlerin tartışmayı çözüme ulaştırmaya özen göstermesi gerekir. Bu şekilde problemlerin çözüme kavuşturulması çocuk açısından da olumlu bir mesaj olup bazen çatışmalarında yapıcı yönlerinin olabileceği gösterilmektedir.
 
Herhangi bir tartışma esnasında ya da sonrası da taraflar birbirlerini çocuğa karşı kötülememeli taraf tutması için ona baskı yapmamalıdırlar.
 
Sonuç olarak eşlerin birbiriyle olan problemleri olabildiğince çocukların gözü önünde halledilmemeli ve tarafların çözüme kendi aralarında ulaşamadıkları konularda bir uzmandan yardım almaları önerilmektedir.

Kanser, hasta yakınını da vuruyor


Kanser hastasına odaklanma, zaman zaman hastanın bakımını üstlenen hasta yakınının ikinci planda kalmasına neden oluyor. Ancak tedavi sürecinde hasta yakınlarının da psikolojik desteğe ihtiyacı olabiliyor.


Uzman Psikolog Elçin Sayan, kanser tedavisinde hasta kadar hasta yakınlarının da psikolojik ve sosyal bir değişim yaşadığını belirtiyor.
Hasta yakınlarının da hastalığı yaşayan kişi kadar yoğun duygular deneyimlediğini belirten Sayan, hastalık nedeniyle aile içerisinde değişen rollerle birlikte, hasta yakınlarının sorumluluklarının ve yüklerinin de arttığını vurguluyor:
“Maddi kaynak sağlamak, hasta için manevi destek sunmak, hastaya bakım vermek ve günlük yaşamı olabildiğince sürdürmek zorunda kalmak hastanın bakımını üstlenen yakınında yoğun stres yaratabiliyor. Hastalığın ilk günlerinde, tedavi sürecinde son derece aktif rol oynayan hasta yakını, tedavi imkânları ve hastalarına nasıl bakım vereceği konusunda bilgiye yoğun ihtiyaç duyuyor. Bu dönemde gerek internette sunulan çeşitli bilgiler, gerekse çevreden dinledikleri kanser deneyimleri ve tavsiyelerle hasta yakınlarının kafası karışabiliyor ya da kendilerini, duydukları her şeyi uygulamak adına çok disiplinli ve yorucu bir bakımın içinde bulabiliyorlar. Bu arada kendilerinden, sadece hasta ya da hastalıkla ilgili değil; diğer aile bireyleri ve hastalık öncesinde var olan stres unsurlarıyla da baş etmeleri bekleniyor. Duygusal olarak, yaşamı tehdit eden bir hastalıkla karşı karşıya kalan hasta yakını, hastalığı yaşayan kişi gibi yoğun duygular deneyimlerken, yaşam-ölüm gibi kavramları tekrar sorgulayabiliyor. Hatta psikolojik destek ya da tedavi gerektirecek düzeyde baş etme güçlükleri yaşayabiliyor.”
DESTEK OLMAK İSTİYORSANIZ SORUMLULUKLARI PAYLAŞINHasta yakınıyla iletişim kurarken, herkesin hastalığı ve hastalık yaşantısının farklı olduğunu unutmamak gerektiğini belirten Sayan, umudu azaltan başka öykülerden söz edilmemesi önerisinde bulunuyor. Sayan, bu süreçte hasta ve yakınlarına yaklaşım konusundaki önerilerini şöyle özetliyor:
“Hasta yakınını dinlemek ve onun yaşadıklarını paylaşmak, en iyi duygusal destek sayılabilir. Mümkünse, bu uzun tedavi yolculuğunda hastayı kemoterapiye götürmek, yemek yapmak gibi hasta yakınının sorumluluklarını hafifletici iş bölümlerine katılmak, onun arada bir mola verip dinlenmesini sağlamak ve hastalık öncesindeki günlük yaşantısını olabildiğince sürdürmesini desteklemek çok fayda sağlar. Meraklı sorular sormak yerine onun konuşmak istediği miktarda hastalıktan konuşmasına izin vererek, moralini yükseltecek küçük sürprizlerle bu süreci daha iyi geçirmesi için yardımcı olunabilir. Hastanın ihtiyaçlarının öne çıktığı bu tedavi sürecinde, hasta yakını kendi sıkıntı ve ihtiyaçlarını ihmal edebilir; uyku, yemek, stres gibi problemler yaşayabilir ve uzman desteği gerekebilir. Herkes böyle zor bir deneyimde; sevildiğini, değerli olduğunu, yalnız olmadığını hissetmek ister ve çevresinin desteğine ihtiyaç duyar.”

Uzman Psikolog Sevda Güner Mihalıççık Konferansı

Büyü bozuldu


Müminin her sıkıntısında yegane dayanağı duadır. Bazıları içinse insanın iradesine hükmetmeye kalkışan 'büyü' en kestirme yol gibi görünür. Ancak bu şirke başvuran kişinin, dinden çıktığı ve büyü yapan tüm insanların günahlarına ortak olduğu bilinmez.

ee"Okulun kapısından içeri girmek istemiyordum. O kadar zorlukla gittiğim üniversiteyi gördüğüm anda içime sıkıntı doluyordu. Günden güne bu sıkıntı korkuya, ağlama nöbetlerine ve sinir boşalmalarına dönüştü. Her gün hava kapalı gibi geliyordu. En son sınavlara da girmeye de halim kalmayınca doktora gittik ama benim durumumda bir değişiklik olmadı. Okulu bırakacak hale geldiğimde bir yakınımın uyarısıyla durumun hastalık olmadığını fark ettik. İnsan kendini nasıl tuhaf hissediyor tarif edemem. Rabb'ime sığındım. Duayla göğüs gerdim her şeye. Bütün sevdiklerimden, namazlarından sonra benim için dua etmelerini istedim. Düşünsenize her şey çok normal, sağlıklısınız ama okulu görünce bir şeyler oluyor size ve kontrol edemiyorsunuz kendinizi. Tam olarak hatırlamıyorum ama birkaç ay sonra toparladım kendimi. Okuluma dönebildim. Bana bunu yapanın kim olduğunu bilmiyordum ama Rabb'im beş yıl sonra o insanın tövbe ettiğini ve benden özür dilediği günleri de gösterdi bana. Hamdolsun."

Hepimizde halimize şükretme isteği uyandıran bu ifadeler yirmi yedi yaşındaki tarih öğretmeni Demet Sadık'a ait. Sadık, eğitim hayatını altüst eden bu olayı yıllar sonra anlatırken aynı şaşkınlığı yaşıyor. Onun üniversite okumasını ve iş sahibi olmasını istemeyen bir yakınının böyle büyük bir günah işleyecek kadar hırs ve kıskançlığa kapılmasına hâlâ akıl erdiremiyor. Onun yaşadıkları bir sohbet esnasında kulağımıza gelen "Eşiyle arası açılsın diye büyü yapmışlar." ya da "Adamcağız iki günde yataklara düştü, sapasağlamken ne hallere geldi." gibi ifadelerin doğruluğunu ispat etmeye yetiyor. Ancak Demet Hanım'ın bu sıkıntısını diğer hikâyelerden ayıran fark izlediği tutum. Kötü bir tesire maruz kalan pek çok insan kurtulmak için benzer yollara yani bu işten kâr elde edenlere başvururken Sadık, Kur'an-ı Kerim'deki tavsiyelere uyarak şifaya kavuşuyor.

Bizi fizikî olarak yıpratan hastalıklar olduğu gibi rûhî olarak zarar veren rahatsızlıkların bulunduğu da bir gerçek. Büyü ve halk dilinde göz değmesi denilen nazar bu tip hastalıklar arasında. Ama başkasına gözü değen insan bunu bilerek yapmaz ancak büyü bilerek başkasına zarar vermeye teşebbüstür. Nazar ve büyüden korunmak için hemen hemen aynı yollar izlenir. Allah'a teslim olarak Muavizeteyn yani bilmediğimiz kötülüklerden Allah'a sığınmak anlamına gelen ve Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) okumayı tavsiye ettiği Felak ve Nas sûrelerini okuyarak sıkıntılar izale edilir.

Arapçada sihir adı verilen büyü, İslam'dan önce özellikle Hz. Musa, Hz. Süleyman dönemlerinde, eski Yunan'da ve cahiliye Araplarında yaygındı. Bu şer uğraş dinimizle birlikte yasaklanır. Büyü her şeyden önce harama ve zarar veren şeylere alet olması sebebiyle haramdır. Büyünün haram olduğuna inanmakla birlikte yapmak, yaptırmak, o işle uğraşana inanmak büyük günahlardandır. Nebiler Nebisi (sallallahu aleyhi ve sellem), "Müslüman sihir yapamaz. Allah muhafaza etsin imanı gittikten sonra büyü tesir eder." buyurur. Bir başka hadisinde bu fiilin ne kadar büyük bir vebal olduğunu, "Falcıya, büyücüye, kâhine giderek onların söylediklerine inanan Kur'an'a inanmamış olur." ifadeleriyle izah eder. Bakara Sûresi 102. ayette bize anlatıldığı üzere büyü veya başka bir ifade ile sihir ilmi Hârut ve Mârut adlı iki meleğe indirilir. İmtihan olsun diye bu iki meleğin Babil şehrine gönderildiği Kur'an'da şöyle anlatılmaktadır: "Süleyman büyü yapıp kâfir olmadı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular. Çünkü insanlara sihri ve Babil'de Hârut ile Mârut isimli iki meleğe indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki o iki melek, herkese: Biz ancak imtihan için gönderildik, sakın yanlış inanıp da kâfir olmayasınız, demeden hiç kimseye (sihir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar, o iki melekten, karı ile koca arasını açacak şeyleri öğreniyorlardı. Oysa büyücüler, Allah'ın izni olmadan hiç kimseye zarar veremezler. Onlar, kendilerine fayda vereni değil de zarar vereni öğrenirler. Sihri satın alanların (ona inanıp para verenlerin) ahiretten nasibi olmadığını çok iyi bilmektedirler. Karşılığında kendilerini sattıkları şey ne kötüdür! Keşke bunu anlasalardı." (Bakara Sûresi, 102) Bu ayet-i kerime sihrin hak olduğunu açıkça ifade ettiğinden büyünün var olmadığını söylemek yani inkâr etmek küfür anlamına geliyor. Ancak sihrin var olması onun meşru olduğunu göstermediğinden insanların iradesine hükmetmek, sağlığının ya da işlerinin bozulmasına sebep olan büyüden uzak durmak imanın bir gereği.

BÜYÜDEN KURTULMAYA ÇALIŞMAK CAİZ

İlahî Beyan'da en açık ifadelerle küfür sayılan büyü kıskançlık, hırs, tamah gibi duygularla medet umulan ve insanları sömüren bir yöntem. Önceleri eşlerin arasını açmak, hasta etmek gibi gerekçelerle başvurulan şeytani vaat, şimdilerde borsada para kaybetmemek, kayıp otomobillerin bulunması, tüp bebek tedavisinin gerçekleşmemesi gibi içinde bulunduğumuz çağa ait taleplere dönüşmüş durumda. Basit bir internet taramasında bile yüzlerce astroloji içerikli siteye, sözde hoca, medyum, yıldızcı ve rüyacıya rastlıyorsunuz. Hal böyle olunca masum görülen ve hayatı değiştirmek için (!) en kestirme yol gibi görünen sihre müracaat etmek de ne yazık ki kolaylaşıyor.Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. H. İbrahim Acar, yuvaları dağıtan, maddi sıkıntılara sebep olan ama en önemlisi küfre kapı aralayan büyünün fıkhî yönünü şöyle anlatıyor: "Sihri yapan kimsenin tövbesi kabul edilmez. Hz. Peygamber'in ifadesine göre sihir yapanın cezası öldürülmektir. (Tirmizi, Hudud, 27) İmam Şafii 'Sihir yapan küfre götürecek şekilde bir iş yaparsa cezasının aynı olduğunu söyler. Küfre götürmeyen bir iş yaparsa öldürülmez' görüşündedir. İmam Malik'e göreyse büyücü sihir yaptığında da tövbeye davet edilmez. Bir hadisinde yedi şeyden sakının diyen Hz. Peygamber, bunların arasında Allah'a eş koşmanın ardından sihir yapmayı zikretmiştir. (Buharî, Vesaya, 24; Müslim, İman: 145) Bütün bu hadisler bu cahiliye âdetini sürdürmenin dinden çıkmak anlamına geldiğini gösteriyor." O günün şartlarında uygulanan cezanın bugün gerçekleşmesi mümkün değil. Ancak bu uygulama sihir yapmanın ne kadar büyük bir vebal ve günah olduğunu bir kez daha hatırlatması sebebiyle önemli.

Büyü, menfaat kökenli bir disiplin olduğundan bütün dinî değerleri hiçe sayar. Bununla birlikte bazı du¬rumlarda onları ve kutsal metinleri is¬tismar eder. Hâşâ Allah'ın irade ve kudreti üstünde işler başarılabileceği id¬diası taşır. Büyücülerin her şeyi bildiği ve başaramayacağı bir şey olmadığı tarzındaki inançlar itikada ters düşer. Bu durumda kötü bir tesire ve müdahaleye maruz kalan kişinin ne yapacağı da kafaları karıştıran bir mevzu. "Büyüyü bozmak da bir büyüdür.", "Büyüye inanmazsan tutmaz." şeklindeki düşüncelerin aksine Acar, şifa aramanın haram olmadığı görüşünde: "Büyüyü çözmek için sebeplere müracaat etmek lazım. Kötü maksatla yapılmış fiillerin sonuçlarından kurtulmak için çaba sarf etmek, çözüm aramak caizdir. Bununla birlikte asıl olan büyünün tesirinden korunmak için Allah'ın yardımıyla kurtulacağını düşünerek Fatiha, Ayete'l-Kürsi, Kafirun, İhlas, Felak ve Nas sûreleri okunmaya devam edilmeli." Efendimiz'in nübüvvetinden rahatsız olan ve ona zarar vermek isteyenlerin tesir etmeye çalıştığını biliyoruz. Hatta bir defasında büyüye maruz kaldığı ve dua ederek şifa bulduğu da hadislerle bizlere aktarılır. O'nun (sallallahu aleyhi ve sellem) bu noktada yaptıkları da bu musibetten sıyrılmak için bize rehberlik ediyor. Allah Resûlü kendisine büyü yapıldığını hissettiğinde her gece yatmaya hazırlandığı zaman İhlas, Felak, Nas sûrelerini okuyarak ellerinin içine üfler bütün vücudunu sıvazlar öyle uyurdu. Bu uygulamayı on bir defa yaptığı rivayet edilir.Fethullah Gülen Hocaefendi de büyüye maruz kalındığında öncelikle kişinin kendisinin dua etmesi gerektiği üzerinde duruyor. Her derdimizde olduğu gibi bu imtihanımızda da tam bir teslimiyet ve samimiyetle Rabb'imize sığınmamız oldukça mühim. Müminin birbirine duası makbul. Bu sebeple Hocaefendi, böyle bir durumda ağzı dualı kimselerin münacatına başvurmakta fayda olduğunu ifade ediyor.

KİŞİLİK BOZUKLUĞU OLANLAR BÜYÜYE BAŞVURUYOR

Günümüzde sırları ortaya çıkardığını iddia edenlere de büyük ölçüde rağbet ediliyor. Büyüden daha zararsız görünen yöntemlerle başkalarının hayatlarıyla ilgili bilgi alma arzusu yerine getiriliyor. Ölülerden haber verdiğini savunan medyumlar cinler vasıtasıyla kendilerinden talep edilenleri yerine getirdiklerini ileri sürerek küfre sebep oluyor. İnsanlar tarafından bilinmeyen gizli olayları bildiklerini iddia ettiklerinden onların faaliyetlerine inananlar da büyü yapanlarla aynı günaha girmiş oluyor. Medyumlar ve kâhinler dışında bir diğer yanlış uygulamaysa yıldızname. İbn Abbas'ın rivayet ettiği bir hadise göre Merhamet Peygamberi (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: "Yıldızlardan bir ilim alan kimse sihirden bir bölüm almış olur. (Yıldızlardan aldığı bilgiler) arttıkça (sihirle olan ilgisi de) artmış olur." (Ebu Davud, Tıb, 22) Yıldıznamenin hükmünü fıkıhçı Prof. Dr. H. İbrahim Acar'dan öğreniyoruz: "Yıldızname ile uğraşanlar meydana gelen olayların Allah'ın kazası ile olduğuna inanmaz. Bu kişiler yıldızlara bakarak kendisinin gaybı bildiği iddiasıyla yeryüzünde vukua gelecek hâdiseler hakkında hüküm verirse küfür işler." Yıldızlarla fal bakmak, yağmur, kar vs. yağdıran güçler olarak görmek etmek, burçlar ilmi ve yıldıznameyle uğraşmak da doğru olmayan batıl uğraşlardan birkaçı. Zira insanlara ve tabiata hükmeden yegane güç Allah olduğundan bu düşünceler iman ile ters düşer. Hadis-i şeriflerde bu yollara başvuranların Mevlâ'nın yardımından mahrum kalarak başvurdukları fiilerle baş başa bırakılacakları anlatılmaktadır. Her şeyde meşru fizikî ve maddî sebeplere sarılmak, duayla bunu sağlama bağlamak ve işlerimizi Allah'a havale etmek gerekir.

Büyü insanlık tarihi kadar eski. Çünkü birbirinin hayatını altüst etmeye çalışan ya da fıtratının üzerinde güce sahip olma isteği duyan Âdemoğlu, sihir ve kehanetle yakından ilgilenir. Bu ilgi korkuları da beraberinde getirir elbette. Zamanla bu faaliyetler birçok rahatsızlığın sebebi olarak görülmeye başlar. Ruhsal hastalıkların şeytandan bilinmesi, delilerin yakılması da bu düşüncenin bir parçasıdır zaten. Fakat günümüz psikoloji dünyasında bu alanla ilgili bir hayli yol kat edildiğini söylemekte fayda var. Örneğin, dünyanın birçok ülkesinde paranormal yani 'normal dışı-normal ötesi' vakalarla ilgili bağımsız alan çalışmaları yürütülüyor. Telepati, psikokinezi gibi bilinmeyen veya fizikokimyasal yasalarla açıklanamayan olaylar üzerine köklü çalışmalar ortaya konuluyor. Psikolog Elif Sultan Demirhan, büyünün bu çerçevede yani tanımlanamayan vakalar kapsamında ele alındığını doğruluyor. Ancak bu konuda söz sahibi olan hasta değil, konunun uzmanı olan hekimler. Herhangi bir sıkıntıda kendi kendine teşhis koymak son derece yanlış. Halüsinasyon görenlerin ya da başka psikolojik rahatsızlıkları olanların bunları doğrudan cinlere ya da mistik şeylere yorması doğru değil. Zira bazı psikolojik rahatsızlıklar da büyü de olduğu gibi birtakım fiziki rahatsızlıklara da sebebiyet verebilir. Demirhan da büyü yaptıranın psikolojik rahatsızlıklarınıns olduğunu özellikle vurguluyor: "Büyü yaptıran insanların ciddi kişilik bozuklukları var. Çünkü var olan bır durumu ne pahasına olursa olsun değiştirmeye çalışıyorlar. Bunu yaparken karşısındaki insanın psikolojisini önemsemiyorlar. Bu ciddi bir psikolojik saplantı. Hatta kendi kurguladıkları hayatı yaşamaları noktasından bakacak olursak olmayan bir hayatı yaşıyorlar, hastalıklı bir hayat biçimini sürdürüyorlar da diyebiliriz."

Her olaya büyü demek peşinen mağlubiyettir!

Günümüzde mantıkî ya da iradî boşluklardan meydana gelen her olay hemen kötü tesir olarak adlandırılabiliyor. Hâlbuki olayların fizikî-psikolojik tedavilerle ya da özveriyle giderilmesi mümkün olabilir. Fethullah Gülen Hocaefendi, karşılaştığımız her sıkıntıda sebepler dairesinde uğraş vermek gerektiği tavsiyesinde bulunuyor: "Bu büyüdür' demek, insanın peşinen mağlubiyeti kabullenmesi anlamına gelmektedir. Bu insan artık, kat'iyen kendi ruh gücünü kullanamaz. Zira kuvve-i maneviyesi kırılmış ve ye's (ümitsizlik) bataklığı içine düşmüştür. Halbuki burada esas yapılacak şey, insanın Allah ile irtibata yönelmesi ve kendi ruhuna gerçek gücünü kazandırabilecek, onunla bedenine hakim olacak seviyeye gelmesidir."