6 Ağustos 2011 Cumartesi

Bizde Psikoloji Din Psikolojisine kör!

Prof. Dr. Ali Köse, yaptığı araştırmalar, yazdığı kitaplar ve genç bir profesör olması ile sıkça konuşulan bir isim. Dersine katılanlar bilir, konuştuğu şeyi asla “öylesine” konuşmaz. Öğrenme ve okuma aşığı, çok değerli bir isim Ali Köse. Din psikolojisi gibi Türkiye’de yeni yeni duyulan bir alanda, çok önemli çalışmaları var. Kendisi ile görüştük, sağolsun röportaj talebimizi kırmadı. Futbol sevgisini bilmiyorduk, vesile ile öğrendik.Malcolm X’i, sekülerizmi, türbeleri, türk solunu, yazdığı kitapları ve daha bir çok şeyi de bu röportajda konuştuk.
Akademisyen ve futbolsever
Çok genç yaşta profesör olduğunuzu biliyoruz. Akademik kariyer, insanın hayatını nasıl etkiliyor? Farklı uğraşlara, hobilerinize zaman ayırabiliyor musunuz?
Herkes kendi kaderini yaşarmış. Ama herkes razı olmazmış kaderinden. Ben razıyım. Bir daha dünyaya gelsem yine akademik dünyayı seçerdim. Okumak, yazmak, öğrenmek ve öğrendiklerimi başkalarıyla paylaşmak hoşuma gidiyor. Sosyal dünyayı, popüler dini kültür alanını gözlemlemek, yorumlamak, sebep sonuç ilişkilerini yakalamak beni mutlu ediyor. Akademik olmak böyle bir şey olmalı diye düşünüyorum. Teorik düşüncenin eyleme geçirilmesi ve toplumsal hayattaki karşılığının dillendirilmesi bence akademik olmak, sosyal bilimci olmak. Bu düşünce şekli beni fazlaca sarıyor bazen. Çocuklarım bile fakültede bırakmam gereken yorumlama tarzımı eve taşıdığımdan şikayet ediyorlar zaman zaman. Çok çalışan birisi değilim, ama kitap yazarken kafam hep ne yazacağıma takılı kaldığından evde eşimle ve çocuklarımla kaliteli vakit geçiremiyorum. Bu yüzden eşim bazen “seninle evleneceğime inşaat işçisiyle evlensem daha iyiydi, hiç olmazsa eve gelince benimle daha fazla vakit geçirirdi” diyor. (Gülüyoruz.)
En önemli hobim futbol. Fakültemizin futbol takımının antrenörlüğünü bile yapıyorum futbol düşkünlüğüm yüzünden. Rektörlük kupası maçlarına katılıyoruz. Stadyum kültürü en aşina olduğum kültürlerden biridir. İngiliz holiganlarla bile tanışıklığım vardır. Wembley’de, Old Trafford’da maç seyretmişliğim vardır. Manchester United’la Galatasaray arasındaki 3-3’lük tarihi maçın canlı tanıklarındanım mesela. Sporun geneli ilgi alanımda aslında. 2008 Pekin olimpiyatlarına bile gittim.
Ali KöseAli Köse kimleri okur, hangi alimleri sever, diye sorsak.
En çok okuduğum grup Batı’yı içeriden eleştiren sosyologlar ve kültür tarihçileri. Mesela Edward Said hala önemli benim için. Bir de Batılı mühtediler var kendilerinden çok şey öğrendiğim. Martin Lings, Malcolm X, Muhammed Esed veGai Eaton gibi. Edward Said, Malcolm X ve Martin Lings’in biyografilerini içeren makaleler yazdım kendilerinden çok etkilendiğim için. Şimdi elimde yine bir Amerikalı mühtedinin,Willow Wilson’ın kitabı var.Kelebeği Kurtarmak başlıklı. İyi bir gazete okuyucusuyumdur. Günde dört gazete alırım. İnternetten gazete okumayı sevmiyorum. Gazeteyi hissetmek istiyorum. Köşe yazılarını mutlaka okurum. Köşe yazılarının yetiştirici olduğunu kanaatindeyim. Bazen bir köşe yazısı size birkaç kitap okuyarak elde edeceğiniz ufku ve özet bilgiyi sunabilir 
Psikoloji dini kaale almamaya çalıştı
Din Psikolojisi çok eski bir dal değil galiba Türkiye’de. Bu alanında yapılması gerekenlerin ne kadarı yapıldı ve yapılıyor? Daha neler yapılmalı?
Din psikolojisi yüz yılık bir tarihe sahip. Bir disiplin için çok uzun bir zaman değil. Türkiye’de daha da yeni. Türkçe ilk din psikolojisi kitabının üzerinden henüz 50 yıl bile geçmedi. Din psikolojisi biraz kadersiz bir disiplin. Kitlelere yeteri kadar taşınamadı ve tabiri caizse epey geri kaldı. Bunun iki temel nedeni var. Birincisi, 1990’lardan itibaren din sosyolojisinin gölgesinde kalmış olması. Batı’da yeni dini hareketlenmeler hep sosyolojiye konu olduğu için din psikolojisi hak ettiği popülariteyi yakalayamadı. Bu nedenle din psikolojisi yapmak isteyen birisinin iyi eserler ortaya koyması için mutlaka sosyoloji de yapması gerekiyor. Din değiştirme hadisesi, türbe ziyaretleri, cemaat aidiyetleri aslında birincil olarak din psikolojisinin konuları. Ama literatüre baktığımızda din sosyolojisinin bu alanları din psikolojisinin elinden aldığını görüyoruz. Din psikolojisinin geri kalmasının ikinci nedeni ise psikolojiden yeterli desteği görememiş olması. Psikoloji genelde dini kaale almayan bir disiplin. Psikologların dünyasında dine pek yer yoktur.
Daha net ifade edeyim. Üniversitede dört yıl psikoloji okuyan bir öğrenci din ile alakalı lehte veya aleyhte tek bir konu bile duymadan mezun olur. Neden? Çünkü psikoloji dini yok sayar. Oysa din alanına giren birçok bireysel veya toplumsal konu psikolojinin yorum sahasına girer. Ruh sağlığı psikolojinin en temel konusudur. Ruh sağlığına dinin katkısı ise bugün din psikolojisinin en popüler konularındandır. “İnsanlar türbeye neden giderler, dertleri nedir?” sorusuna psikoloji cevap aramalıdır mesela. Ama üniversitelerin psikoloji bölümleri türbe ziyareti olgusunu yok sayar. Oysa anketler Türkiye’de her iki kişiden birinin ömründe en az bir defa türbeye gittiğini göstermektedir. Kendi fakültemde danışmanlık yaptığım iki yüksek lisans tezinden bahsedeyim. Biri kanserli hastaların hastalıklarıyla başa çıkmalarında dinin rolünü incelemişti. Diğeri otistik çocukların anne babalarının hastalığı kabullenmelerinde dinin rolünü ele almıştı. Aslında bu konuları sadece din psikologlarının değil, psikologların da incelemesi gerekir. Ama bugüne kadar ülkemizde böyle düşünen psikoloji bölümleri çıkmadı.
Bu konuların araştırılmasını laikliğe aykırı görenler de var ve bunlar sadece akademiden değil. Otistik çocuklarla ilgili araştırmayı yaparken Türkiye’nin en bilindik iki lider gazetesinde “Otistik anne babaya ahiret sorusu” başlığıyla aleyhimizde yazılar çıktı. Güya, bizim anne babalara uyguladığımız anketi ele geçirmişler. Sanki KGB’ye ait bir doküman ele geçirmişler gibi. Oysa anket Batı ülkelerinde uygulanan standart bir anketin çevirisi. Dini inançlarının veya kader algılarının bu anne babaların hastalığı kabullenmelerinde olumlu bir katkı yapıp yapmadığını bulmaya çalışan bir anket. Mesela insanlar isyan duygusu yaşıyorlar mı diye araştıran bir anket.
Bu iki örnek bile Türkiye’de din psikolojisinin önünde epey engel olduğunu gösteriyor. Tabii bunun yanında din psikologlarının kendilerine ait problemleri var. Her şeyden önce Batı literatürünü takip etme kabiliyetleri sınırlı. Dil problemi var. Doğu dünyasında da, mesela Arapça literatürde bu konuda üretilen pek bir şey yok. Din psikolojisi İslam dünyasına ait tarihsel birikimi olan bir disiplin olmadığı için köksüz bir konumda. Dinin ve özellikle de dini kültürün  psikolojik yorumu muhtaç olduğumuz bir şey. Bu nedenle bugün olmasa bile yarın mutlaka din psikolojisi daha popüler bir bilim alanı olacak.
Ali KöseSekülerizm fena halde yanıldı
Sekülerizmi sorguladığınız bir kitabınız var. 2000 yılına gelindiğinde bütün dinlerin geçerliliğini kaybedeceğini söylüyordu sanırım sekülerizmin savunucuları. Bu konuda oldukça yanıldılar. Yine de, din anlayışında bir değişim görüyor musunuz? Türkiye’de, dinî anlayışta eskiye oranla daha radikal düşünceler mi, yoksa “benim kalbim temiz” anlayışı mı yükselişte?
Ruhçu ve maddeci görüşün mücadelesi aslında olay. Ruhçu görüş metafizik alanın varlığını savunurken maddeci görüş metafizik alanın, yani Tanrının olmadığını savundu. 18. yüzyıldan itibaren aydınlanma felsefesi, pozitivist düşünce, materyalist akım gibi isimlerle temsil edildi maddeci görüş. Bunun sosyolojik karşılığı sekülerizm oldu. Sekülerleşme paradigması dünyanın giderek dinden uzaklaştığını, dinin kurumsal, sosyal ve bireysel anlamda yerküreden silineceğini ve bunun en temel aktörünün de bilim olacağını savundu. Bir mecaz ile anlatırsak, 18. yüzyılda bilimin ilerlemesiyle sekülerleşme trenine binen insanoğlu giderek dinsizlik istasyonuna ilerleyecek ve en geç 20. yüzyılın sonunda son durağa varacaktı. Ama öyle olmadı. İnsaf sahibi sosyologlar paradigma değişikliğine gitmek zorunda kaldı. Bu konuda ilklerden birisi Viyana doğumlu Amerikalı sosyolog Peter Berger oldu. 1997’de “Sekülerizmin Gerilemesi” başlıklı bir makale yazdı ve son derece dindar bir dünyada yaşadığımızı savundu. Aslında Berger 1960’larda sekülerleşme tezini savunmuştu. Yani dinin kaybeden taraf olacağını söylemişti. 1968’de The Times gazetesine verdiği röportajda “21 yüzyıla gelindiğinde dindar birisinin modern dünyada Budist bir rahip gibi tuhaf görüneceğini, komik bir varlık olarak algılanacağını” söylemişti. Ama 1997’deki makalesinde “Amerikan üniversitelerinin Budist lider Dalai Lama’ya konferans verdirmek için sıraya girdiklerini” yazdı. Türkiye’deki gelişmeler Batı’dakinden biraz farklı. Türkiye de modernleşme süreci yaşadı belki ama bu Batı’daki kadar keskin olmadı. Türk halkı gelenekle bağını koparmadı. Çağdaşlıkla muhafazakarlığı, dindarlıkla modernliği buluşturmasını bildi. Aslında bunun dışında bir gelişme olmadı Türkiye’nin ana yörüngesini oluşturan sosyolojik ve siyasal yapıda. Bunda şehirleşme sürecinde mega köyler oluşturmanın rolü oldu. Şehirleşme sürecinde din form değiştirerek varlığını devam ettirdi. Gelenek kendini şehirde de hissettirdi. Entellerin Türk halkının siyasal veya dini tercihlerini yorumlayamamalarının ardında aslında bu noktayı görmek istememeleri yatıyor. Türk halkının kutsal algısı Batı insanı kadar yara almadı. Metafizik inancı yok olmadı. Oysa enteller dindarlık varsa modernliğin olamayacağını, modernlik varsa dindarlığın olamayacağını düşündüler.
Sivil din alanları: Türbeler
Türbeler, popüler kültürün duraklarıdır, dediniz. Akademik bir araştırma ile bu Türkiye’deki türbeleri ve ziyaretçilerini incelediniz. Çok ilginç sonuçlar da çıkmış bu araştırmadan. Hiç namaz kılmayan, alkol tüketen insanlar var mesela ziyaretçilerin arasında. İnsanlar, inanç düzeyleri ne olursa olsun, dinî değer atfettikleri yerlerde psikolojik olarak rahatlıyorlar mı?
Benim “müze yaklaşımı” dediğim bir din algısı var toplumun önemli bir kısmının. İnsanlar gitmeseler de caminin kendilerine ait bir şey olduğunu hissediyorlar. Kendileri uymasa da dini kuralların bozulmadan varlığını devam ettirmesini istiyorlar. Geçenlerde bir arkadaşım anlatmıştı. Kuzey Kıbrıs’a gitmiş. Rum sınırında bir camiye namaza gitmiş. Camiye gelen giden yok, ama mikrofonda ezan son ses okunuyor. Müezzine sormuş, “etrafta cemaat yok ama siz çok yüksek sesle ezan okuyorsunuz, ne gerek var?” diye. Müezzin “Biz buraya değil, karşı tarafa okuyoruz, biz buradayız mesajı bu” demiş. Türk toplumu için din milli kimliğin mütemmim parçasıdır. Türbeler de din ile milli kimliğin buluştuğu yerler. Cami dışındaki sivil din alanları. İnsanların Güzin Ablası tabiri caizse. Cami belki kendilerini dindar kabul edenlerin yeri, ama türbeler herkese ait yerler olarak algılanıyor. Sanki bir mesire yeri gibi herkese ait alanlar. Tam bir popüler kültür platformu. Toplumun aynası olan mekanlar. Türk toplumu kendisini dindar olarak algılıyor. Bu konuda yapılan anketlerde ortaya çıkan en düşük oran %45. Ama insanlar genelde dindarlılığı orta yaş sonrasına bırakma eğiliminde. Dinin kurallarına uymayı, hacca gitmeyi, namaza başlamayı ileri yaşlara tehir ediyor. Müze yaklaşımından kastım biraz da bu. Din bir kenarda dursun, bozulmasın, kuralları sulandırılmasın, ben bir gün onu ciddiye almaya başlayacağım” diye düşüyor toplumun önemli bir kısmı. Zaten modernist yorumlara müracaat eden ilahiyat hocalarına vatandaşın pek rağbet etmemesinin temel nedeni bu. İnsanlar bu tür yorumlarda bulunan hocalara “bu ne biçim hoca!” tepkisini veriyorlar genelde. Hiç unutmuyorum. Dekolte giyimli bir bayan, benim Marmara İlahiyat’ta hoca olduğumu öğrenince “falan hoca ne biçim hoca, kadınlar özel hallerinde namaz kılabilirler, başı açık Kur’an okuyabilirler diyor, hiç öyle şey olur mu?” diye bana şikayet etmişti bir ilahiyatçı profesörü.
Enteller aleykümselam der mi?
Son olarak “Enteller Aleykümselam Der mi?” isimli bir kitabınız çıktı. İsim hayli ilginç. Düşündüm de, aydın denince, yakın zamana kadar “tünaydın” diyen, pipolu tiplemeler gelirdi aklımıza. Sonra bu net ayrım ortadan kalkmaya başladı sanırım.
Kitap dinin kültürel ve politik yansımalarını, popüler kültür din ilişkisini irdeleyen deneme yazılarından oluşuyor. Bu yazılardan biri de “enteller aleykümselam der mi” başlığını taşıyor. Kitap adını bu makaleden alıyor. Türk entelinin halktan ne kadar kopuk olduğunu, halkın değerlerini kerih gördüğünü anlatıyor bu makale. Bir kurgu ile sorguluyorum aslında entelleri. Kurguya göre, bir vatandaş Nişantaşı’nda selamünaleyküm diyerek bir ofise girer. Ofisteki entelimiz bu selamlamaya mukabele etmez. Yani aleykümselam demez. O vatandaşa küçümseyici bir bakış gönderir. Bu küçümseme için iki nedeni vardır. Birincisi, dini bir selamlama şeklini duymak istemez. İkincisi, selamünaleyküm hitabını alt kesime, kırsala ait bir şey olarak görür. Bu kurgu üzerinden enteller ile halk arasındaki kopukluğu, özellikle de “sol aydın” denilen kitlenin kültürel yabancılaşmasını tahlil ediyorum.
Ali KöseArtık bayramlık alınmıyor mu?
Peki, popüler kültür hakkında ne düşünüyorsunuz? Popülerizm dinî anlayışı değiştiriyor mu? Örnegin, önceden halkın kaçındığı bazı ahlaksızca tutumlar, diziler ve magazin haberciliği ile artık daha rahat mı sergileniyor?
Popüler kültür aslında her şeydir. Toplumsal hayatın en belirleyici unsurudur. Ekonomik yapıdan, coğrafi yapıya kadar birçok unsur popüler kültürün oluşumunda etkilidir. Çok basit bir örnek: Eskiden bayramlar yaklaşınca çocuklara bayramlık alma telaşı başlardı. Bayramlık almak anne babalar tarafından sanki dini bir vazife olarak algılanırdı. Şimdi böyle bir adet neredeyse kalmadı. Çünkü eskiden aileler çocuklarına ayda yılda bir giyecek alabiliyorlardı ve bayramı bunun için bir fırsat biliyorlardı. Hem çocukları sevindiriyor hem ekonomik bir ihtiyacı gideriyorlardı. Kıyafet almak çocuğu sevindirecek bir şeydi çünkü her zaman yapılamayan bir şeydi. Ya da çocukları sevindirme adına yeni alanlar açıldı: Doğum günü hediyesi, karne hediyesi gibi. Böylece bayramlık alma olgusu geride kaldı. Ama gün gelir bayramlık alma yeni bir fenomen olarak karşımıza çıkabilir. Ahlaki konularda da aynı değişim mekanizması geçerli. İnsanlar din adına kaçındıkları bazı şeyleri yapmaya başladılar. Dinin sınırları insanları eskisi kadar zorlamıyor. Hayat algısıyla birlikte din algısı da değişiyor. Ama din yine de popüler alanın bir aktörü. Din hem etkiliyor hem etkileniyor. Böyle bir ortamda yeni formlar üretiyor. Yine basit bir örnek: Diyanetin Alo Fetva hatlarına insanlar telefon edip sorular soruyorlar, günlük hayatları için fetvaya alma ihtiyacı duyuyorlar. İnsanların bu teveccühü dinin bir aktör olarak hâlâ sahnede olduğunu gösteriyor. Soruların ve fetvaların içeriğine baktığımız zaman da dinin yeni formlar ürettiğini görüyoruz. Yani sorular 30 yıl öncesinin soruları değil, fetvalar 30 yıl öncesinin fetvaları değil. Dolayısıyla, “yaşayan din” diye kavramlaştırabileceğimiz bir olgu söz konusu. Bu da sosyolojik olarak gayet doğal bir durum. Çünkü popüler alanı oluşturan da halk kitleleri, dini inanç ve öğretileri algılayıp uygulayacak olan da halk kitleleri. Dini öğretiler neyi salık verirse versin, dini doktrinler neyi empoze ederse etsin halk kendi inanç ve uygulamalarını bir şekilde üretecektir. Bu her din için böyledir. Ancak burada önemli olan şey dini temsil eden kurumsal yapının yeni taleplere cevap verme adına dini özünden uzaklaştıran reformist söylemlere müracaat edip etmemesidir. Avrupa’da kilise işte bu nedenden kaybeden taraf olmuştur.

Türk solu din karşısında daha tabii bir konumda olmayı başarabilir mi?
Türk solunun bir taraftan eşitlik adına hareket ediyor, alt tabakaların hak mücadelesine katkıda bulunuyor, ama diğer taraftan temsil ettiğini söylediği ana kitlenin dini değerlerine ters bir noktada duruyor. Bu müthiş bir sosyal uyuşmazlık yaratıyor. Temsil ettiğini iddia ettiği kitle en azından kültürel anlamda dindardır. Ama Türk solunun temsilcileri dini ve onun kültürel uzantılarını kerih görmektedir. Sosyal ve siyasal anlamda kaybetmelerinin en temel nedeni budur. Türk solu din ile barışmadığı takdirde başarılı olma ihtimali yoktur. Batı ülkelerinde sol hareketler din ile barıştılar, ama Türk solu kış uykusuna yatmış gibi hala 1970’lerin rüyalarını görmekte. Bu nedenle hep marjinal kalmaya mahkum gibi gözüküyor.
Sohbet için çok teşekkür ederiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder