Yanılmıyorsam bir belgeselde izlemiştim. Şu anda tam olarak kimin belgeseliydi, nerede izlemiştim hatırlamıyorum. İsmini de hatırlamadığım bir ülkede yaşayan Yahudi cemaatinin çocuklarından oluşan bir futbol takımının hikayesiydi. Avustralya olabilir... Ondan da emin değilim.
Bütün bu detaylar hafızamdan uçup gitmiş ama belgeselin anafikri ve bazı bölümler sanki dün izlemişim gibi taze. Cemaatin 13-15 yaş arasındaki çocuklarından oluşan bu takım, yıldızlar ligi gibi de düşünebileceğimiz bir tür mahalli ligde yer alıyordu. O çevrede ve o yaş grubunda tek bir lig olduğu için küme düşmenin olmadığı bir ligdi bu.
Ve belgeselin ana konusu olan takımımız dünyanın en kötü takımı olmasıyla meşhurdu. Gerçekten dünyanın en kötü takımı mıydı bilemeyiz tabii. Lakin maç başına ortalama dokuz gol yiyorlar, bir sezonun toplamında iki-üç gol atarlarsa mutlu oluyorlar, bütün hesaplarını 4-5 gol yiyerek maçı tamamlamak üzerine yapıyorlardı. Yani dünya üzerindeki en kötü takım değillerse de, bu performansla başa güreşirlerdi.
Sahiden de, belgesel görüntülerinden bile anlaşılıyordu ki, takımdaki hiçbir oyuncunun futbolla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Çocuklar her seferinde topa hayatlarında ilk kez vuruyormuş gibi vuruyordu.
Bu durumda hemen akla şu soru geliyor değil mi: Eğer bu kadar yeteneksizlerse neden takım kurup futbol oynayacağız diye diretiyorlar?
Evet, yeteneksizdiler ama futbol oynamayı da çok seviyorlardı. Başlarda alınan 14-0, 16-0 gibi sonuçlar üzerine ebeveynler çocuklarının psikolojik gelişimlerinin bundan kötü etkileneceğini düşünerek takımı dağıtmaya karar vermişlerdi. Fakat, kendisi de cemaatin bir üyesi olan takımın antrenörü başta olmak üzere çocuklar bunu istememiş, ailelerine baskı yaparak onları bu karardan vazgeçirmişlerdi.
Evet, belgeselde konuşan çocuklar, önceleri sonuçlardan kötü etkilendiklerini itiraf ediyorlardı. Ama sonra oyunun kendisini sevdiklerine ikna olmuşlar, hiç mücadele edememe ihtimaline daha çok üzüleceklerini fark etmişler ve daha ötesi bu kadar kötü olmalarını kendi aralarında bir tür şakaya dönüştürmüşlerdi.
En önemlisi, başarı kriterlerini kendi kapasitelerine göre yeniden tanımlamışlardı. Artık onlar için ¨başarılı olmak¨ bir maçta galip gelmek anlamına gelmiyordu. Dört gol yiyerek maçı tamamlamak onları mutlu ediyordu. Olası bir beraberlik şampiyonluğa eşdeğer bir sevinç anlamına geliyordu.
Kulağınıza çok sağlıklı bir durummuş gibi gelmediğinin farkındayım. Fakat yerel medyada çıkan haberler sonrası takım üzerine belgesel yapılacak kadar ¨büyük¨ bir şöhrete kavuşunca, gelişim psikologları çocuklarla görüşmeler yapmış ve sahiden de çocukların bu durumu bir avantaja çevirdiğini görmüşlerdi.
Psikologlara göre bu ufaklıklar ¨hayatları boyunca karşılaşabilecekleri binlerce güçlüğe karşı sıkı bir antrenman yapmış oluyorlardı.¨
¨Başarı duygusunu hissetmeseler durum kötü olurdu ama onlara göre çok başarılı oldukları maçların sayısı hiç de az değil¨ diyordu bir psikolog.
Bir başka psikolog bütün bunların yanı sıra rakibin gücünü takdir etmeyi, rakiplerinin başarısının hakkını vermeyi ve bütün bunları hırçınlaşmadan yapmayı becermelerinin de hayatları boyunca işlerine yarayacak bir ders olduğunu söylüyordu.
Enteresandır, o yaş grubundaki çocukların çok acımasız oldukları gerçeğine rağmen takım rakiplerinden de azami ölçüde saygı görüyordu. Antrenörleri başlarda biraz olsa da, bu gelinen noktada kimsenin kendileriyle dalga geçmediğini, bilakis bu performanslarına rağmen azimle oynamaya devam etmelerinin bir süre sonra saygı duyulan bir davranışa dönüştüğünü söylüyordu.
Çok etkilenmiştim bu belgeselden. Yaşadıkları duygu o kadar iyi tarif edilmişti ki, aralarındaki en kötü oyuncu olan ve adeta hatalarıyla takımın maskotu haline gelen kalecinin yerinde olmak istemiştim.
Böyle bir şeyi istemenin size tuhaf geldiğini biliyorum ama o kalecinin bir önceki maçta yediği saçmasapan goller nedeniyle arkadaşlarıyla şakalaşırken kırmızı tombul yanaklarıyla ne kadar mutlu göründüğünü görmeliydiniz.
¨Keşke bazı kusurlarımla ben de bu kadar rahat dalga geçebilsem. Keşke yıllardır boynuma asılı mükemmel olma prangasını birkaç saatliğine de olsa, ben de kenara koyabilsem¨ demiştim. ¨Keşke...¨
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder