Çocuğumu nasıl yetiştirmeliyim?’ ‘Ne yaparsam çocuğumu iyi yetiştirmiş olurum?’ Soruları anne babaların en çok sordukları sorulardandır.
Endişeli şekilde sordukları bu soruları yanıtlamadan önce birkaç kuramı inceleyerek başlayalım ve sonrasında bir vaka örneğiyle devam edelim.
Erik Erikson’un epigenetik formülasyonuna göre her dönemin tatminkâr çözümlenmesi yapılmalıdır. Belli bir dönemin yeterli çözümlenmesi yapılmazsa, takip eden tüm dönemlerde fiziksel, bilişsel, sosyal veya duygusal formlarında bu yetmezliği bir şekilde yansıtacaktır. Yani her dönemin kendine has sorunları olup o dönemde çözülmeyen sorun bir sonrakini etkiler. Mesela istemlerinin dikkate alınacağına dair fikir; kişide temel güven duygusu gelişmesiyle ilintilidir.
Yeni doğmuş bebeğin sağlıklı gelişebilmesi için, ihtiyaçlarının tamamının onu sarmalayan ve koruyan çevre tarafından (bakıcı-ebeveyn) karşılanması gerekir. Winnicott buna kusursuz çevre adını vermiştir ki bebeğin başlangıçtaki ihtiyacı yüzde yüzdür. Yani bakıcının-ebeveynin bebeğin her isteğine fiziksel ve ruhsal yanıt verebilecek donanımda olması gerekir çünkü bebeğin bu ihtiyaçları bakım veren dışında kendi kaynaklarını kullanarak karşılayabilme olanağı yoktur.
Kusursuz çevre, yeni doğmuş bebeğin gereksinmelerine etkin bir biçimde uyum gösteren çevredir. Başlangıçta iyi (psikolojik) çevre fiziksel olandır, yani fizyolojik ihtiyaçların karşılandığı ve genel olarak ilgi gördüğü çevredir. Bu çevre duygusal, psikolojik ya da sosyal gibi farklı tanımlayıcı kavramları gerektirecek yeni bir niteliği ancak zamanla kazanır ve bebeğinin ihtiyaçlarını onunla özdeşleşerek anlar, kavrar.
Aslında hiç birimizin kusursuz olmadığını bebek de zamanla (fiziksel ve ruhsal gelişimiyle paralel olarak) algılamaya başlar ve bu duruma zihinsel işleyiş ve anlama yoluyla tahammül etmeyi öğrenerek uyum gösterir. Yanılsamadan çıkarak anneyi kusursuz olma ihtiyacından kurtaran şey bebeğin anlayışıdır.
Olayların normal seyrinde, anne bebeğini kavrayamayacağı rastlantılardan ve diğer olaylardan uzak tutmaya çalışır. Genel anlamda, anne bebeğin dünyasını elinden geldiğince basit tutmaya çalışır. Peki, her yaştaki çocuklarımız için de mi aynı şekilde davranacağız?
Örnek vaka; kırklı yaşlarda baba, ergenlik dönemindeki oğluyla birlikte görüşmeye gelmişti. Sorun oğlunun sosyal olmaması, devamlı evde vakit geçirmesi, bilgisayarın başından kalkmaması ve bazı takıntılarıydı.
14 yaşındaki Ahmet görüşme sırasında sanki kendisinden bahsedilmiyormuşçasına odayı incelemekte ve ikide bir cebinden çıkardığı telefonuna bakmaktaydı. Zaten ona göre de bir sorun olmamakla birlikte, niçin buraya geldiklerini de anlamamıştı. Daha önce de bir uzmana gitmişlerdir ve sadece ilaç önerilmişti. İlaç kullanılmamış uzun bir süre psikolojik yardım da alınmamıştı.
Baba, yapılan birebir görüşmede evde işlerin eskisi gibi yolunda gitmediğini ifade etmekteydi. Annenin uzun zamandır devam eden hastalığı nedeniyle ailenin yaşam tarzı değişmişti. Eşinin işe devamlılığı hastalık nedeniyle bozulmuş ve çok sık aralıklarla hastanede yatışları mevcuttu. Baba endişeli ama bunu eşine ve çocuğuna hissettirmemek için çok çaba göstermekteydi. Bir araya gelip hastalığı bile konuşamamışlardı. Herkes çok meşguldü ya da güçlü olmak-görünmek zorundaydı. Aile bu dönemde aynı zamanda ekonomik zorluklar da yaşamaktaydı. Ama yaşı 50’ye gelen Bay S. bunu aileye belli etmeden halletmenin yollarını bulmak için çok çabalamış ve tekrar olmaması için de var gücüyle çalışmaktaydı. Herkes birbirine gülücükler dağıtmakta ve bu dönemin bir an önce geçmesini ummaktaydılar. Tam da bu dönemde Bay S.’ye göre Ahmet’in sorumluluklarını bilmesi ve ailenin yükünü hafifletmesi gerekirken, daha çok bilgisayarda vakit geçirmesi, ders başarısının eskisi kadar iyi olmaması nedeniyle Bay S sinirlenmekte ve Ahmet ile aralarında öfkeli tartışmalar geçmekteydi. Ahmet çok istemese de babası tarafından kaydedildiği kurslara ise gitmektedir. Baba durumu “Ahmet eğer sosyal olur, kendi başına ilişkiler kurar ve ayakları üzerinde durmayı öğrenirse bizlerin başına bir şey gelse bile çocuğumuz için gözümüz arkada kalmaz” şeklinde ifade etmekteydi.
Ahmet ise babasının kaygılarını yersiz bulmakta, bilgi çağındayız demekte ve arkadaşlarıyla da internet üzerinden vakit geçirmekteydi. Dersleriyse geçen seneye göre daha iyi bir konuma gelmiş hatta derece bile almıştı. Annesi hastalandıktan sonra babası kendisiyle daha çok ilgilenmeye başlamıştı ve babası eskisine göre sinirliydi. Evet, bazı sorunları olduğunu kendisi de kabul etmekteydi. Masası düzgün olmadan ders çalışamamakta ve hastalıklarla ilgili kötü bir haber okuduğunda içinden üç kez aynı duayı tekrar etmekteydi. Ama evde olup annesiyle daha çok vakit geçirmek onun için bulunmaz bir nimetti ve bu anları doya doya annesiyle yaşamak istiyordu.
‘Ailede hastalığın konuşulmuyor olmasının sorunu çözmediği düşünüldüğünde acaba iletişimin arttırılıp duyguların daha çok paylaşılması sıkıntıları azaltabilir miydi?’
‘Baba bu endişeli hal ile çocuğunun yetişmesine katkıda bulunabilir miydi?’
‘Ahmet’in ailesindekilere ve özellikle annesine bir şey olmasın diye tekrarladığı takıntıları vardı ve sadece psikoterapi yeterli olur muydu?’
‘Acaba annede görüşmelere çağrılmalı mıydı?’
Ailede iletişim becerileri attırılmasıyla ve duygunun paylaşılmasıyla sorunlar hızla azalmaya başladı. Anne de seansa katılmayı istedi ve seans çok duygu yüklü geçti. Annenin hastalığı zaman zaman hastaneye kaldırılacak kadar ağır olsa da hastalıkla birlikte yaşamayı öğrendiler. Ahmet’in takıntıları tamamen yok olmasa da azaldı. Ayrıca Ahmet kendi tercihleri doğrultusunda daha fazla sosyalleşti. Bay S.’nin ekonomik gücü çok artmış olmasa da endişeleri azaldı ve Ahmet ile beraber tatile bile gittiler. Tatili ise Ahmet planladı.
‘Ebeveynler çocuklarını her şeyden her zaman ve her yaşta koruyabilirler mi?’ Ya da ‘Korumalı mıdırlar?’ Ve baştaki soruya dönersek, ‘Neleri doğru yaparsam çocuğumu iyi yetiştirmiş olurum?’
Freud’un tavsiye isteyen anneye yanıtı ise “ne yaparsanız yapın, nasıl olsa kötü olacak”tır. Burada Freud’un belirtmek istediği ebeveynleri suçlamak değildir. Ana-babanın çocuklarıyla ilgili ideale erişmesinin olanaksızlığı, güçlüğüdür. İdeal yerine gerçekliğin ve olabilirliklerin olduğu güzel günlerle…
Kaynaklar:
1. Zihin ve Psike-Somayla İlişkisi, D.W. Winnicott (1949)
2. Yaşamın Sekiz Evresi, E. Erikson,
3. Freud’a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle Oldu? , C. Mathelin, Kitap Yayınevi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder