Ulucanlar Cezaevi’nde kadınlarla uzun süre terapilere katılan din psikoloğu Doç. Dr. Öznur Özdoğan, ‘Tövbe’ döneminde ilahiyat fakültelerinde görev yapan din psikologlarının başarıyla bu sürece katkı sağlayabileceğini söyledi. Doç. Özdoğan “Kanserli hastalarla çalışmalarımızda da büyük başarı sağladık” dedi
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Psikolojisi Ana Bilim Dalı öğretim görevlisi Doç. Dr. Öznur Özdoğan’dan ilginç bir öneri geldi. Özdoğan, cezaevlerinde ve Sağlık Bakanlığı’nın palyatif bakım ünitelerinde din psikologlarının görev yapmasını istedi.
Önerisini Adalet Bakanlığı’na da ileteceğini belirten Özdoğan, bu çalışmaların hem tutuklular hem de hastalar üzerinde önemli etkileri olacağını belirtti. Kadına yönelik şiddeti engellemek için yurtdışı ve yurtiçinde çok sayıda konferans veren Özdoğan, sloganının “Haklılığı değil mutluluğu seçiyorum” olduğunun da altını çizdi.
Özdoğan VATAN’ın sorularını yanıtladı:
-Erkekler neden şiddet uyguluyor?
Son dönem yaşanan artışı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Cezaevinde mahkumlarla olan görüşmelerimde şiddeti besleyen anlayışlar üzerine inceleme yapma imkanım da oldu. Şiddeti tetikleyen anlayışlardan biri “haklılık” duygusu. Yani “ben haklıyım” mantığı. Öyle ki haklılık fikriyle vurabiliyoruz.
“Haklıyım” diyerek sevdiklerimize en ağır incitici sözleri söyleyebiliyoruz. Hatta öldürebiliyoruz. Halbuki psikoloji bilimi insanın ilişkilerinde yüzde yüz haklılık olmayacağını söyler. Haklıysak bile bu oran en fazla yüzde 60-70’lerdedir. Ayrıca Anadolu kültürü bu gerçeği “beşer şaşar” diye ifade eder. Yani öncelikle haklılık yerine mutluluğu seçmemiz gerekiyor. Bu seçimi yapmanın yani mutluluğu seçmenin şiddeti azaltacağını düşünüyorum. Konferanslarımda da bunu anlatıyorum: Haklı olmayı değil mutlu olmayı seçin.
-Ulucanlar Cezaevi’nde uzun süre kadın tutuklularla görüştünüz. Nasıl bir çalışma veya yöntem izlediniz?
Çok önemli bir deneyimdi benim için. Cezaevindeki çalışmalarım sonucunda tövbenin psikolojik yöntemle yaşanması sürecini, ceza ve tutukevlerinde gerçekleştirmek için ilahiyat fakültelerinin din psikolojisi anabilim dallarında uzmanlaşanların görev yapmasını öneriyorum. Cezaevindeki kadınlarla elbette öncelikle güvene dayalı bir ilişki kurduk. Bir çoğu cezaevinden çıktıktan sonra benimle irtibata geçti. Orada yaptığımız çalışmalar sonucu hayatlarını değiştirmeyi başaranlar oldu. Hastaneye nasıl iyileşmek için gidiyorsak cezaevinde de, “Çıkınca öfkemi yöneteceğim.
Zararlı maddeler kullanmayacağım” demeyi başarabilmeli insanlar. Onlara şunu anlatttım: Bizim asıl varlığımız bize hem bu dünyada hem de diğer dünyada eşlik eden ruhumuzdur. Nasıl bedenimizi yiyeceklerle besliyoruz, büyütüyoruz ve bunların sağlıklı olmasına dikkat ediyoruz. Aynı özeni ruhumuz için de gösterebiliriz. Ruhumuzu manevi değerlerle besleyebiliriz. Aslında din cahillerin değil araştıran ve düşünenlerin alanıdır. Din Psikolojisi alanı ülkemizde peygamberimizin bir sözünden yararlanılarak açılmıştır.
“Kendini bilen Rabbini bilir.” Yaratıcımızı tanımaya giden yol kendimizi tanımamızdan geçer. Psikoloji bilimi insanı tanımaya çalışan, araştırmalar yapan bir alan. Kendimizi tanımamızda, ilişkilerimizi anlamlandırmamızda bize yardımcı olur. İslam dini ilmi her zaman destekler.
-Cezaevi çalışmalarını bir kitapta topladınız değil mi?
Mutluluğu Seçiyorum ve İsimsiz Hayatlar’ı yazdım. Oradaki kadın hükümlüleri dinlerken duygularını derinden hissettim. Hem tek tek görüşmeler, hem de tema odaklı grup toplantıları düzenledik. Gerçekleştirilen çalışma geniş anlamıyla “Tövbe” yaşantısı olarak nitelendirilebilir.
İkili danışmanlık seanslarında hükümlülerin hatalarının farkına varmaları ve kendisini affetmesi yönünde çalışmalar yapıldı. Onların ilahi öğretideki affetme kavramıyla tanışmalarını sağladık.
-Benzeri bir çalışmayı kanserli hastalarla da yaptınız sanıyorum...
Doğru. Aynı zamanda 3 yıldır SHÇEK’te kalan çocuklarla görüşmeler yapıyorum. Onlara peygamberler ve Türk kültürünün yetiştirdiği Yunus Emre, Mevlana, Hacı Bayram gibi bilge insanların ışığında hayatı anlatıyoruz, anlamlandırıyoruz. Kanser hastalarıyla hikâyem daha uzun. 11 yıldır yürüttüğüm çalışmalarda Sağlık Bakanlığı’nın son projelerinden olan palyatif bakım ünitelerinde de “din psikolojisi uzmanlarının” çalışmasını arzu ediyorum.
“Kansere Çözüm Var” kitabını uzman arkadaşlarımızla birlikte yazdık. “Din psikoloğu ne yapıyor”un en iyi yanıtını kanser tedavisi gören Ayşe verdi bana göre. Ayşe bizim çalışmamızı, “kabartma tozu”na benzetiyor. Diyor ki: “Kekin bütün malzemelerini koysak ama kabartma tozu koymasak kek olmaz. Manevi yaklaşım insana öyle bir bakış açısı kazandırıyor ki, yükseliyorsun, yaşadıklarını anlamlandırıyorsun, kendinle ve yaşantılarınla barışıyorsun. Tıbbi tedavi ve diğer uygulamalar kekin malzemeleri gibi. Ama ‘kabartma tozu’ eksik.”
-Din psikolojisi uzmanlarının cezaevleri ve Sağlık Bakanlığı’nın birimlerinde çalışmasını önerdiniz, sayıları yeterli mi?
Elbette. İlahiyat Fakülteleri’nde değerli din psikolojisi uzmanı arkadaşlarımız var.
-Kadına yönelik çalışmalarınız da var. Hollanda’da konferans verdiniz. İlgi nasıl?
Büyük ilgi gördü. Çok mutlu oldum. İslâm dininin yanlış yorumlanması nedeniyle insanların kafalarında soru işaretleri olabiliyor. Mesela biz genelde ilk yaratılan varlığı erkek olarak biliriz. Oysa Nisa Suresi’nde Yüce Yaratıcımız şöyle bildirir: “Ve O’nun ayetlerindendir ki O sizi ( insanoğlunu) bir tek nefisten yarattı ve o nefisten eşini yarattı.
Ve bu ikisinden (yeryüzüne) sayısız erkek ve kadın yayıldı.” Surede herhangi bir cinsiyete öncelik verilmediğini ve cinsiyetin açıklanmadığını görüyoruz. Kur’ân’ın bakış açısında Adem insan demektir. Ademoğlu insanoğlu demektir. Bunu her konferansımda anlatıyorum.
-Mesela Nisa suresiyle ilgili bir tartışma var. Sizin yorumunuz nedir?
Şiddet öğretilen ve öğrenilen bir davranış biçimidir. 1970’lerde kadına yönelik şiddet denildiğinde önce dışarıdan uygulanan saldırılar ve tecavüz olayları olarak değerlendirilirdi. Aile içinde kadınların daha mağdur olduğu tahmin edilmez hatta ihtimal verilmezdi.
Çünkü bu tür olaylar kadınlar tarafından kolaylıkla dışarı sızdırılmazdı. Yapılan ilk araştırmalarda fiziksel şiddet üzerinde duruldu ama araştırmalar arttıkça anlaşıldı ki kadınlar daha çok psikolojik şiddete maruz kalıyorlardı. Toplumsal cinsiyet ve kadın psikolojisi çalışmalarından uzak olarak yapılan Kur’an tercümeleri sanki kadına yönelik şiddet destekleniyor imajı verebiliyor.
Mesela Nisa Suresi 34. ayet. Birçok mealde ayette geçen “nüşuz” kelimesi “itaat” olarak tercüme edilmekte ve ayetin sonundaki “darabe” kelimesi “itaat etmeyen kadına vurunuz” olarak çevrilmektedir. Artık bazı meallerde “nüşuz” kelimesi, iffetsizliğe meyletme olarak, “darabe” kelimesi de peygamberimizin uygulamaları ve kelimenin en temel anlamı göz önüne alınarak “mesafe koymak, uzaklaşmak” olarak çevrilmeye başlanmıştır.
-Din sosyologlarının şiddet mağdurları üzerinde nasıl bir etkisi olabilir?
Din şiddetin kadında yol açtığı yaraları onarıyor. Acılarla baş edebilmede dini kaynaklardan yardım alınması doğal bir durum.
Şiddete maruz kalan kadınlar, sabır değerini yaşamada, hoşgörüde, çocuklarına bakabilecek gücü bulabilmede, umudunu canlı tutmada, affedebilmede, Kur’an’ın, Peygamberimizin ve Anadolu bilgelerinin yaklaşımlarından beslenmektedirler. Tüm çalışmalarımızda ve araştırmalarımızda bunun pek çok örneğini gördük.
2002 yılında başladı
Ulucanlar Kadın Cezaevi’ndeki çalışma 2002 yılı Temmuz ayında Doç. Dr. Özdoğan’ın Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkif Evleri Genel Müdürlüğü’ne sunduğu proje ile başladı. Özdoğan, projesinde ikili veya gruplar halinde yapılacak çalışmalarla mahkumların kendilerini tanımalarını, sevmelerini, psikolojik ve manevi açıdan güçlenmelerinin sağlanabileceğini ve aynı hatayı tekrarlamalarının önüne geçilebileceğini belirtti.
Proje kabul edildi ve Ağustos 2002’de Ulucanlar Kadınlar Koğuşu’nda bizzat Özdoğan’ın yürüttüğü çalışmalar başladı. Çalışma 30 Temmuz 2003’de sona erdi. Kadın mahkumlar psikolojik desteğin yanı sıra bu sürede çok sayıda kitap okudular ve Genel Müdürlüğün izniyle bir çok film izlediler. Çalışmanın sonunda yayınladığı raporda Özdoğan, temel konular olan “Öfke kontrolü”, “Kendini affetmek”, “Geleceğe umutla bakmak” ve “Din anlayışı”nda kadınların bakış açılarının “Pozitife” geçtiğini not etti.
Din psikolojisi nedir?
Din psikolojisi, dini inançlar ve uygulamaları psikolojik bakımdan açıklayan bilim disiplini. Dini inançların birey psikolojisinde gördüğü işlev, dini algıyı belirleyen psikolojik etmenler gibi bilinç halleri ve benzerleri, din psikolojisinin araştırma alanına giren konulardan bazıları.
Aralarında psikolojinin babası Sigmund Freud ve Carl G. Jung’ın da bulunduğu bir çok ünlü ismin din ve psikoloji ilişkisine dair kitap ve makalelerinin din psikolojisinin günümüzdeki metodolojik çatısını belirlediği ifade ediliyor.
15 Kasım 2011 Salı
Kaybetmesini bilmek, efendi gibi yenilmek
Yanılmıyorsam bir belgeselde izlemiştim. Şu anda tam olarak kimin belgeseliydi, nerede izlemiştim hatırlamıyorum. İsmini de hatırlamadığım bir ülkede yaşayan Yahudi cemaatinin çocuklarından oluşan bir futbol takımının hikayesiydi. Avustralya olabilir... Ondan da emin değilim.
Bütün bu detaylar hafızamdan uçup gitmiş ama belgeselin anafikri ve bazı bölümler sanki dün izlemişim gibi taze. Cemaatin 13-15 yaş arasındaki çocuklarından oluşan bu takım, yıldızlar ligi gibi de düşünebileceğimiz bir tür mahalli ligde yer alıyordu. O çevrede ve o yaş grubunda tek bir lig olduğu için küme düşmenin olmadığı bir ligdi bu.
Ve belgeselin ana konusu olan takımımız dünyanın en kötü takımı olmasıyla meşhurdu. Gerçekten dünyanın en kötü takımı mıydı bilemeyiz tabii. Lakin maç başına ortalama dokuz gol yiyorlar, bir sezonun toplamında iki-üç gol atarlarsa mutlu oluyorlar, bütün hesaplarını 4-5 gol yiyerek maçı tamamlamak üzerine yapıyorlardı. Yani dünya üzerindeki en kötü takım değillerse de, bu performansla başa güreşirlerdi.
Sahiden de, belgesel görüntülerinden bile anlaşılıyordu ki, takımdaki hiçbir oyuncunun futbolla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Çocuklar her seferinde topa hayatlarında ilk kez vuruyormuş gibi vuruyordu.
Bu durumda hemen akla şu soru geliyor değil mi: Eğer bu kadar yeteneksizlerse neden takım kurup futbol oynayacağız diye diretiyorlar?
Evet, yeteneksizdiler ama futbol oynamayı da çok seviyorlardı. Başlarda alınan 14-0, 16-0 gibi sonuçlar üzerine ebeveynler çocuklarının psikolojik gelişimlerinin bundan kötü etkileneceğini düşünerek takımı dağıtmaya karar vermişlerdi. Fakat, kendisi de cemaatin bir üyesi olan takımın antrenörü başta olmak üzere çocuklar bunu istememiş, ailelerine baskı yaparak onları bu karardan vazgeçirmişlerdi.
Evet, belgeselde konuşan çocuklar, önceleri sonuçlardan kötü etkilendiklerini itiraf ediyorlardı. Ama sonra oyunun kendisini sevdiklerine ikna olmuşlar, hiç mücadele edememe ihtimaline daha çok üzüleceklerini fark etmişler ve daha ötesi bu kadar kötü olmalarını kendi aralarında bir tür şakaya dönüştürmüşlerdi.
En önemlisi, başarı kriterlerini kendi kapasitelerine göre yeniden tanımlamışlardı. Artık onlar için ¨başarılı olmak¨ bir maçta galip gelmek anlamına gelmiyordu. Dört gol yiyerek maçı tamamlamak onları mutlu ediyordu. Olası bir beraberlik şampiyonluğa eşdeğer bir sevinç anlamına geliyordu.
Kulağınıza çok sağlıklı bir durummuş gibi gelmediğinin farkındayım. Fakat yerel medyada çıkan haberler sonrası takım üzerine belgesel yapılacak kadar ¨büyük¨ bir şöhrete kavuşunca, gelişim psikologları çocuklarla görüşmeler yapmış ve sahiden de çocukların bu durumu bir avantaja çevirdiğini görmüşlerdi.
Psikologlara göre bu ufaklıklar ¨hayatları boyunca karşılaşabilecekleri binlerce güçlüğe karşı sıkı bir antrenman yapmış oluyorlardı.¨
¨Başarı duygusunu hissetmeseler durum kötü olurdu ama onlara göre çok başarılı oldukları maçların sayısı hiç de az değil¨ diyordu bir psikolog.
Bir başka psikolog bütün bunların yanı sıra rakibin gücünü takdir etmeyi, rakiplerinin başarısının hakkını vermeyi ve bütün bunları hırçınlaşmadan yapmayı becermelerinin de hayatları boyunca işlerine yarayacak bir ders olduğunu söylüyordu.
Enteresandır, o yaş grubundaki çocukların çok acımasız oldukları gerçeğine rağmen takım rakiplerinden de azami ölçüde saygı görüyordu. Antrenörleri başlarda biraz olsa da, bu gelinen noktada kimsenin kendileriyle dalga geçmediğini, bilakis bu performanslarına rağmen azimle oynamaya devam etmelerinin bir süre sonra saygı duyulan bir davranışa dönüştüğünü söylüyordu.
Çok etkilenmiştim bu belgeselden. Yaşadıkları duygu o kadar iyi tarif edilmişti ki, aralarındaki en kötü oyuncu olan ve adeta hatalarıyla takımın maskotu haline gelen kalecinin yerinde olmak istemiştim.
Böyle bir şeyi istemenin size tuhaf geldiğini biliyorum ama o kalecinin bir önceki maçta yediği saçmasapan goller nedeniyle arkadaşlarıyla şakalaşırken kırmızı tombul yanaklarıyla ne kadar mutlu göründüğünü görmeliydiniz.
¨Keşke bazı kusurlarımla ben de bu kadar rahat dalga geçebilsem. Keşke yıllardır boynuma asılı mükemmel olma prangasını birkaç saatliğine de olsa, ben de kenara koyabilsem¨ demiştim. ¨Keşke...¨
Bütün bu detaylar hafızamdan uçup gitmiş ama belgeselin anafikri ve bazı bölümler sanki dün izlemişim gibi taze. Cemaatin 13-15 yaş arasındaki çocuklarından oluşan bu takım, yıldızlar ligi gibi de düşünebileceğimiz bir tür mahalli ligde yer alıyordu. O çevrede ve o yaş grubunda tek bir lig olduğu için küme düşmenin olmadığı bir ligdi bu.
Ve belgeselin ana konusu olan takımımız dünyanın en kötü takımı olmasıyla meşhurdu. Gerçekten dünyanın en kötü takımı mıydı bilemeyiz tabii. Lakin maç başına ortalama dokuz gol yiyorlar, bir sezonun toplamında iki-üç gol atarlarsa mutlu oluyorlar, bütün hesaplarını 4-5 gol yiyerek maçı tamamlamak üzerine yapıyorlardı. Yani dünya üzerindeki en kötü takım değillerse de, bu performansla başa güreşirlerdi.
Sahiden de, belgesel görüntülerinden bile anlaşılıyordu ki, takımdaki hiçbir oyuncunun futbolla uzaktan yakından ilgisi yoktu. Çocuklar her seferinde topa hayatlarında ilk kez vuruyormuş gibi vuruyordu.
Bu durumda hemen akla şu soru geliyor değil mi: Eğer bu kadar yeteneksizlerse neden takım kurup futbol oynayacağız diye diretiyorlar?
Evet, yeteneksizdiler ama futbol oynamayı da çok seviyorlardı. Başlarda alınan 14-0, 16-0 gibi sonuçlar üzerine ebeveynler çocuklarının psikolojik gelişimlerinin bundan kötü etkileneceğini düşünerek takımı dağıtmaya karar vermişlerdi. Fakat, kendisi de cemaatin bir üyesi olan takımın antrenörü başta olmak üzere çocuklar bunu istememiş, ailelerine baskı yaparak onları bu karardan vazgeçirmişlerdi.
Evet, belgeselde konuşan çocuklar, önceleri sonuçlardan kötü etkilendiklerini itiraf ediyorlardı. Ama sonra oyunun kendisini sevdiklerine ikna olmuşlar, hiç mücadele edememe ihtimaline daha çok üzüleceklerini fark etmişler ve daha ötesi bu kadar kötü olmalarını kendi aralarında bir tür şakaya dönüştürmüşlerdi.
En önemlisi, başarı kriterlerini kendi kapasitelerine göre yeniden tanımlamışlardı. Artık onlar için ¨başarılı olmak¨ bir maçta galip gelmek anlamına gelmiyordu. Dört gol yiyerek maçı tamamlamak onları mutlu ediyordu. Olası bir beraberlik şampiyonluğa eşdeğer bir sevinç anlamına geliyordu.
Kulağınıza çok sağlıklı bir durummuş gibi gelmediğinin farkındayım. Fakat yerel medyada çıkan haberler sonrası takım üzerine belgesel yapılacak kadar ¨büyük¨ bir şöhrete kavuşunca, gelişim psikologları çocuklarla görüşmeler yapmış ve sahiden de çocukların bu durumu bir avantaja çevirdiğini görmüşlerdi.
Psikologlara göre bu ufaklıklar ¨hayatları boyunca karşılaşabilecekleri binlerce güçlüğe karşı sıkı bir antrenman yapmış oluyorlardı.¨
¨Başarı duygusunu hissetmeseler durum kötü olurdu ama onlara göre çok başarılı oldukları maçların sayısı hiç de az değil¨ diyordu bir psikolog.
Bir başka psikolog bütün bunların yanı sıra rakibin gücünü takdir etmeyi, rakiplerinin başarısının hakkını vermeyi ve bütün bunları hırçınlaşmadan yapmayı becermelerinin de hayatları boyunca işlerine yarayacak bir ders olduğunu söylüyordu.
Enteresandır, o yaş grubundaki çocukların çok acımasız oldukları gerçeğine rağmen takım rakiplerinden de azami ölçüde saygı görüyordu. Antrenörleri başlarda biraz olsa da, bu gelinen noktada kimsenin kendileriyle dalga geçmediğini, bilakis bu performanslarına rağmen azimle oynamaya devam etmelerinin bir süre sonra saygı duyulan bir davranışa dönüştüğünü söylüyordu.
Çok etkilenmiştim bu belgeselden. Yaşadıkları duygu o kadar iyi tarif edilmişti ki, aralarındaki en kötü oyuncu olan ve adeta hatalarıyla takımın maskotu haline gelen kalecinin yerinde olmak istemiştim.
Böyle bir şeyi istemenin size tuhaf geldiğini biliyorum ama o kalecinin bir önceki maçta yediği saçmasapan goller nedeniyle arkadaşlarıyla şakalaşırken kırmızı tombul yanaklarıyla ne kadar mutlu göründüğünü görmeliydiniz.
¨Keşke bazı kusurlarımla ben de bu kadar rahat dalga geçebilsem. Keşke yıllardır boynuma asılı mükemmel olma prangasını birkaç saatliğine de olsa, ben de kenara koyabilsem¨ demiştim. ¨Keşke...¨
Mevsimsel Depresyondan Korunmak İçin Neler Yapmalı?
Güneşli ve sıcak günlerin azalması, gecelerin uzaması gibi faktörler mevsimsel depresyonu tetikliyor. Özellikle kasım ayında bu tehlike daha da artıyor. Hayatı kolaylaştıran çözümler bütünü Back-Up’ın danışmanlarından Psikolog Çağdaş Artu, en fazla kasım ayında görülen mevsimsel depresyon hakkında bilgi veriyor ve önerilerini paylaşıyor: "Mevcut gün ışığından olabildiğince yararlanın."
Yapılan araştırmalar Mevsimsel Depresyon’un farklı kentlerde, farklı iklimlerde yaşayan milyonlarca insanı etkilediğine işaret ediyor. Araştırmalar kadınların erkeklere oranla daha fazla Mevsimsel Depresyon (Seasonal Affective Disorder - SAD) tanısı aldığını ve ekvatordan uzaklaşıldıkça semptomların arttığını gösteriyor. Ayrıca Mevsimsel Depresyon’un oluşumunda, normalde depresyon ile ilişkili olan 'serotonin' ve 'noradrenalin' gibi hormonların işleyişlerinin yanı sıra 'melatonin' adı verilen hormonun da etkili olduğu belirlenmiştir. Beynimizde bulunan ve melatonin hormonu üretmekle görevli olan epifiz bezi, karanlık ortamlarda bu hormonun üretimini artırır. Meletonin hormonunun insanın fiziksel hareketlerini yavaşlatan, uykulu ve dingin bir ruh hali yaratan doğal bir sakinleştirici özelliği vardır. Özellikle kış aylarında melatonin hormonun üretimindeki artışla birlikte depresif belirtilerin görülme sıklığı da artmaktadır.
Bir telefonla hayatı kolaylaştıran Back-Up’ın danışmanlarından Psikolog Çağdaş Artu, kasım depresyonunun 17 - 25 yaş arası görülme sıklığının daha fazla olduğunu söylüyor.
Depresyonda mıyım?
Çağdaş Artu aşağıdaki belirtilerden en az beşinin, iki hafta süreyle hemen her gün görülmesinin depresyon belirtisi olduğunu söylüyor.
• Günün büyük kısmında ve hemen hemen her gün üzgün, çökkün duygu durumu,
• Her günkü faaliyetlerde ilgi ve hoşnutluk kaybı,
• Uyumada güçlükler; başlangıçta uykuya dalamama, gece uyanıp bir daha uyuyamama ve sabah çok erken uyanma ya da bazı kişilerde zamanın çoğunu uyuyarak geçirme isteği,
• Faaliyet düzeyinde değişiklik, ajite olma,
• İştah azalması ve kilo kaybı ya da iştah ve kilo artışı,
• Enerji kaybı ve aşırı yorgunluk,
• Olumsuz benlik kavramı, kendini yerme ve itham etme, değersizlik ve suçluluk duyguları,
• Düşüncede yavaşlama ve kararsızlık gibi dikkati toplamada güçlükten yakınma ya da gerçekten güçlük çekme,
• Yinelenen ölüm ve intihar düşünceleri.
Psikolog Çağdaş Artu, "Güneşli ve sıcak günlerin azalması, saatlerin geri alınmasıyla birlikte gecelerin uzaması, özellikle kuzey yarımkürede kasım ayında birçok insanda mevsimsel depresyona sebep oluyor. Kış mevsiminde günlerin kısalması, güneş ışığının azalması ve insanların sürekli kapalı ortamlarda kalması psikolojilerini olumsuz yönde etkiliyor. Kış aylarında mevsimsel değişikliklerin yaşanmasıyla birlikte vücut fonksiyonlarında da bir takım değişimler oluyor. Bununla birlikte sonbahar ve kış aylarında birçok kişide uyku ihtiyacı ve iştah artışı yaşanırken, enerji ve keyif düzeyinde de azalma görülüyor" diyerek, mevsimsel depresyonun iş yaşamında önemli sorunlara yol açtığını söylüyor: "Enerji ve motivasyon seviyesindeki azalmayla birlikte iş gücü kaybı ortaya çıkar. Depresif belirtiler gösteren çalışanların performanslarındaki düşüş, söz konusu iş kaybının en önemli sebeplerinden biridir. Ayrıca çalışanlar arasındaki sosyal etkileşim ile söz konusu depresif belirtiler yaygınlaşır, enerji kaybı, çökkün ve mutsuz ruh hali, isteksizlik ve ilgisizlik gibi şikâyetlerin de arttığı gözlenir."
Nasıl korunabilirsiniz?
Psikolog Artu, mevsimsel depresyonun etkilerinden korunmak isteyenler için aşağıdaki önerileri paylaşıyor:
• Gün ışığından faydalanın. Hava güneşli olmasa bile sabah ya da öğlen saatlerinde dışarıda zaman geçirin.
• Düzenli spor, en azından her gün yapılacak yarım saatlik düzenli yürüyüşler yapın.
• Sağlıklı beslenin.
• Besin takviyesi olarak alınabilecek bir multivitamin kullanabilirsiniz, özellikle B vitamini eksikliğinizin olup olmadığının kontrol edin.
• Akşam saatlerinde floresan ışık yerine güneş ışığı renginde olan ampuller kullanın.
• Çalışma ortamınızda gerekli ışık ihtiyacınızı karşılayın.
• Çalışma ortamınızın ısı ayarını kontrol altında tutun.
• Çalışma aralarında müzik dinleyin.
Yapılan araştırmalar Mevsimsel Depresyon’un farklı kentlerde, farklı iklimlerde yaşayan milyonlarca insanı etkilediğine işaret ediyor. Araştırmalar kadınların erkeklere oranla daha fazla Mevsimsel Depresyon (Seasonal Affective Disorder - SAD) tanısı aldığını ve ekvatordan uzaklaşıldıkça semptomların arttığını gösteriyor. Ayrıca Mevsimsel Depresyon’un oluşumunda, normalde depresyon ile ilişkili olan 'serotonin' ve 'noradrenalin' gibi hormonların işleyişlerinin yanı sıra 'melatonin' adı verilen hormonun da etkili olduğu belirlenmiştir. Beynimizde bulunan ve melatonin hormonu üretmekle görevli olan epifiz bezi, karanlık ortamlarda bu hormonun üretimini artırır. Meletonin hormonunun insanın fiziksel hareketlerini yavaşlatan, uykulu ve dingin bir ruh hali yaratan doğal bir sakinleştirici özelliği vardır. Özellikle kış aylarında melatonin hormonun üretimindeki artışla birlikte depresif belirtilerin görülme sıklığı da artmaktadır.
Bir telefonla hayatı kolaylaştıran Back-Up’ın danışmanlarından Psikolog Çağdaş Artu, kasım depresyonunun 17 - 25 yaş arası görülme sıklığının daha fazla olduğunu söylüyor.
Depresyonda mıyım?
Çağdaş Artu aşağıdaki belirtilerden en az beşinin, iki hafta süreyle hemen her gün görülmesinin depresyon belirtisi olduğunu söylüyor.
• Günün büyük kısmında ve hemen hemen her gün üzgün, çökkün duygu durumu,
• Her günkü faaliyetlerde ilgi ve hoşnutluk kaybı,
• Uyumada güçlükler; başlangıçta uykuya dalamama, gece uyanıp bir daha uyuyamama ve sabah çok erken uyanma ya da bazı kişilerde zamanın çoğunu uyuyarak geçirme isteği,
• Faaliyet düzeyinde değişiklik, ajite olma,
• İştah azalması ve kilo kaybı ya da iştah ve kilo artışı,
• Enerji kaybı ve aşırı yorgunluk,
• Olumsuz benlik kavramı, kendini yerme ve itham etme, değersizlik ve suçluluk duyguları,
• Düşüncede yavaşlama ve kararsızlık gibi dikkati toplamada güçlükten yakınma ya da gerçekten güçlük çekme,
• Yinelenen ölüm ve intihar düşünceleri.
Psikolog Çağdaş Artu, "Güneşli ve sıcak günlerin azalması, saatlerin geri alınmasıyla birlikte gecelerin uzaması, özellikle kuzey yarımkürede kasım ayında birçok insanda mevsimsel depresyona sebep oluyor. Kış mevsiminde günlerin kısalması, güneş ışığının azalması ve insanların sürekli kapalı ortamlarda kalması psikolojilerini olumsuz yönde etkiliyor. Kış aylarında mevsimsel değişikliklerin yaşanmasıyla birlikte vücut fonksiyonlarında da bir takım değişimler oluyor. Bununla birlikte sonbahar ve kış aylarında birçok kişide uyku ihtiyacı ve iştah artışı yaşanırken, enerji ve keyif düzeyinde de azalma görülüyor" diyerek, mevsimsel depresyonun iş yaşamında önemli sorunlara yol açtığını söylüyor: "Enerji ve motivasyon seviyesindeki azalmayla birlikte iş gücü kaybı ortaya çıkar. Depresif belirtiler gösteren çalışanların performanslarındaki düşüş, söz konusu iş kaybının en önemli sebeplerinden biridir. Ayrıca çalışanlar arasındaki sosyal etkileşim ile söz konusu depresif belirtiler yaygınlaşır, enerji kaybı, çökkün ve mutsuz ruh hali, isteksizlik ve ilgisizlik gibi şikâyetlerin de arttığı gözlenir."
Nasıl korunabilirsiniz?
Psikolog Artu, mevsimsel depresyonun etkilerinden korunmak isteyenler için aşağıdaki önerileri paylaşıyor:
• Gün ışığından faydalanın. Hava güneşli olmasa bile sabah ya da öğlen saatlerinde dışarıda zaman geçirin.
• Düzenli spor, en azından her gün yapılacak yarım saatlik düzenli yürüyüşler yapın.
• Sağlıklı beslenin.
• Besin takviyesi olarak alınabilecek bir multivitamin kullanabilirsiniz, özellikle B vitamini eksikliğinizin olup olmadığının kontrol edin.
• Akşam saatlerinde floresan ışık yerine güneş ışığı renginde olan ampuller kullanın.
• Çalışma ortamınızda gerekli ışık ihtiyacınızı karşılayın.
• Çalışma ortamınızın ısı ayarını kontrol altında tutun.
• Çalışma aralarında müzik dinleyin.
YANLIŞ YATAK ÇOCUK PSİKOLOJİSİNİ BOZABİLİR
Uykunun kelime anlamı; dış uyaranlara karşı bilincin, bütünüyle veya bir bölümünün kaybolduğu, tepki gücünün zayıfladığı ve her türlü etkinliğin büyük ölçüde azaldığı dinlenme durumudur.
Uykuda vücudun temel yapıtaşları olan proteinler yeniden oluşturulur ve insanlar fiziksel olarak dinlenir. Ayrıca uykuda büyüme hormonları da aktif halde çalışır, bu yüzden bebek ve çocuklar için uyku oldukça önemlidir.
Her çocuğun uyku süresi ihtiyacı, gelişimsel ve kişisel özelliklerinden dolayı farklıdır. Bunun yanında yeni doğan bebeklerin ilk altı ay süresince belli bir uyku düzeni olmamakla beraber günde yaklaşık 18-21 saatleri uykuda geçer. Bu da oldukça uzun bir süredir. 2-6 yaş arasında ise bu süre 11-12 saate iner.
Çocukların bu kadar uzun süre uyku ihtiyaçları olduğu göz önünde bulundurulduğunda, dikkat edilecek önemli noktalardan biri de yatak seçimi olmaktadır.
Öncelikle çocuğunuzun yatağının onun uykusuna ve dolayısıyla psikolojisi üzerine etkisinin ne kadar önemli olduğunu bilip yatağı için belli bir bütçe ayırmak gerekir.
Çok sert ya da çok yumuşak yataklar yerine orta sertlikte yataklar tercih edilmelidir. Örneğin; bir bebeğin çok yumuşak yatakta yüzüstü uyuması onun nefessiz kalmasına sebep olabilir. Bunun yanında çok sert yatak, çocuğun gece boyunca uykuya dalmasını zorlaştırabilmektedir.
Yanlış yatak seçimi sebebiyle gece uyumakta zorlanan ya da sık sık uyanan çocuklar, yorgun, huzursuz, hırçın olabileceğini söyleyen psikolog Didem Çerçioğlu, “Yetersiz uyuyan çocuklarda büyüme hızı düşer, bu da çocuğun hem fiziksel hem de zihinsel gelişimini olumsuz yönde etkileyerek dikkat eksikliği ya da hafızada zayıflığa sebep olabilmektedir. Bu sorunlar okul hayatını da olumsuz etkileyebiliyor.”
Yapılan araştırmalara göre, az uyuyan çocuklarda obeziteye daha sık rastlandığı saptanmıştır. Başka bir araştırma sonucunda, çocuklukta yeterince uyumayan kişilerin ilerleyen yıllarda fazla kilolu olma ihtimallerinin arttığı bulunmuş. Üç-dört yaşlarında iken az uyuyan çocukların vücutlarındaki yağ oranın daha fazla olduğu ve daha kilolu oldukları görülmüş.
Yetersiz uykunun aynı zamanda davranış bozukluklarına da yol açabildiğini belirten Çerçioğlu, “Eğer çocuğunuzu mutsuz görüyorsanız, eskiden sevinerek karşıladığı tekliflere karşı tepkisiz kalıyorsa, değişiklikleri kolay tolere edemiyorsa, çoğunlukla sinirli, gergin, endişeli, sabırsızsa ve baş ağrısı ya da karın ağrısı gibi şikayetleri varsa, öncelikle yetersiz uyku problemini ele almak gerekir. Yatağı daha ortopedik, daha konforlu başka bir yatakla değiştirildiğinde bu belirtilerin yok olma ihtimali yüksektir. Çünkü yanlış yatak seçimi bu tür şikayetlere sebep olabilir” dedi.
Ayrıca çocuğun yatağında rahat olmaması, onun sürekli anne ve babasının yanında yatmak istemesine sebep olabilmektedir. Bu durum çocuğun bireyselleşme duygusunu azaltır ve anne-baba bağımlılığını arttırır.
Kısaca yatak seçimlerinin özenli ve dikkatli yapılması doğabilecek birçok problemin önüne geçmekte atılacak ilk adımlardan biridir.
Bunun yanında çocuğu uykuya teşvik etmek için uyku ritüelleri belirlenebilir, en başta düzenli bir uyku saati, rahatlatıcı bir müzik dinleme, diş fırçalayıp pijama giyme, ılık süt içme, masal okuma veya yaşına uygun eğitici öykü, sevdiği bir oyuncakla uyumasına izin verme gibi şeyler yapılabilir.
ÖĞRENCİLERLE İYİ İLETİŞİMİN YOLLARI (ÖĞRETMENLER İÇİN)
* Uyulması gereken kuralları öğrencilerle birlikte konuşarak oluşturmakta fayda vardır. Anlaştığınız kuralları da disiplinli bir şekilde uygulayın.
* Ne beklediğinizi, ne istediğinizi açık bir şekilde dile getirin. Öğrencilerin kafasında soru işaretli alan bırakmayın.
* Sözleriniz ve davranışlarınız birbiriyle örtüşür olsun. Örtüşmediği takdirde, öğrencinin size olan güveni sarsılır ve saygınlığınız azalır.
* Kurallara sizin de uymanız önemli. Öğrencilerin yapmasını istemediğiniz davranışları siz de yapmamaya özen gösterin. “Ben yapıyorum, siz yapmayın.” demenizin bir anlamı olmayacaktır. Derse zamanında girin çıkın. Geç kaldığınızda öğrencilerden özür dilerseniz, öğrenciler kendilerine saygı duyulduğunu görüp size de saygılı davranmaya özen göstereceklerdir.
* Sıklıkla gülümseyip, hoşgörülü ve alçakgönüllü olun. Ulaşılmaz bir insan gibi görünmeyin, öğrencilerle aranıza gereksiz mesafe koymayın.
* Öğrencilere konusunda uzman ve yeterli bir imaj çizerseniz etkiniz daha fazla olur.
* Öğrencilerin kişiliklerini değil, olumsuz davranışlarını eleştirin. Birini uyarmak istediğinizde, sınıf içinde isim vererek değil, sınıf dışında özel olarak yapın.
* Öğrencileri tek tek iyi tanımak, hepsinin seviyesini ve tarzını iyi gözlemlemek önemlidir. Siz de yaklaşımlarınızı bunlara göre ayarlarsanız sınıfın verimi de artacaktır. Ayrıca öğrencilere isimleriyle hitap etmek hem dikkatlerini daha kolay toplamalarına hem de kişiliklerinin değerli olduklarını daha iyi anlarlar.
* Sınıfa “tartışma”nın faydalı bir şey olduğunu aşılayın. Farklı fikirlere açık olmanın güzel bir özellik olduğunu ifade edin ve gerginlik oluşmamak şartıyla tartışmaya teşvikte bulunun, herkes fikirlerini belirtmekte özgürdür.
* Sınav gününe öğrencilerle birlikte karar verebilirsiniz. Sınav kağıtlarını değerlendirdikten sonra öğrencilere dağıtın, sizin tarafsız olduğunuzu görsünler.
* Sınıftaki konumunuz sabit olmasın, ara sıra gezerek kontrolün sizde olduğu mesajını verin.
* Ders anlatırken tüm öğrencilerle göz teması kurmaya özen gösterin.
* Her derse mutlaka hazırlıklı ve planlı gelin. Dersi nasıl, hangi materyallerle, örneklerle vs. anlatacağınızı oluşturarak başlayın.
* Ders sırasında sınıfın motivasyonunda bir düşüş sezdiğinizde, canlandırmak için espriler, fıkralar, konuyla ilgili küçük ilginç hikayeler anlatıp tekrar toplamaya çalışın.
* Konuları işlerken, rahat anlaşılmaları açısından, kolaydan zora, somuttan soyuta giderek anlatmak daha uygun olacaktır.
* Derse başlamadan önce sınıfın motivasyonunun yeterli seviyede olup olmadığına dikkat edin, yeterli dikkati toplamadan derse başlamayın.
* Sorularınızı herkese sorun, sürekli belli kişileri seçmeyin, her öğrenciyi konuşturmaya çalışın, öğrencilerin de size sormalarına fırsat tanıyın.
* Öğrencilerin problemleriyle yakından ilgilenmeye çalışın, özellikle öğrenme problemi olan öğrencilerin tespiti önemlidir, rehber öğretmenden hemen gerekli desteği sağlamak lazım.
* Özellikle ilkokulda öğrencilerin anne-babalarından sonra önemli olan ilk insan sizsiniz, her ihtiyaçlarına mümkün olduğunca yardımcı olmanız, sağlıklı iletişim ve güven bağı açısından çok önemlidir.
Kaynakça: Ertuğrul, H. (2005). Öğretmenin Başarı Kılavuzu. İstanbul: Nesil Yayıncılık
Sağlık bir bütündür
Sağlık denildiğinde çoğunlukla beden sağlığının anlaşıldığını belirten psikoloji uzmanları, ruhsal ve bedensel sağlığın bir bütün olduğunun unutulmaması gerektiğini söylüyor.
Ruhsal hastalıkların yaygın kanının tersine toplumun küçük bir kesiminde değil, önemli bir bölümünde görüldüğünü söyleyen Psikiyatrist Prof. Dr. Peykan Gökalp, ruhsal sorunlar ve stresin birçok bedensel hastalığa zemin hazırladığını söylüyor.
Prof. Gökalp, ruhsal sorunların kişinin gerçekle ilişkisini bozacak derecede ağır akıl hastalıklarıyla sınırlı olmadığını belirtiyor ve şunları söylüyor:
“Hatta bu tür ağır hastalıklar bütün ruhsal sorunların küçük bir oranını oluşturur. Ruhsal hastalıklar sık görülür, toplumun her kesimini etkiler. Tedavi edilmezlerse kişisel, toplumsal ve maddi kayba neden olur. İnsanların yüzde 25’i yaşamlarının bir döneminde ruhsal hastalıklardan etkilenir. 75 yaşına gelmiş kişiler arasında herhangi bir ruh hastalığı yaşamış olanların oranı yüzde 50.8’dir. Belli bir zaman diliminde nüfusun yüzde 10’unda ruhsal hastalık görülür. Bugün dünya üzerinde yaklaşık 450 milyon kişinin ruhsal sorunları olduğu, 20 milyon insanın da ruhsal sorunlar nedeniyle yardım arayışı içinde olduğu bilinmektedir. Birinci basamak sağlık kuruluşlarına başvuran yaklaşık her dört kişiden birinin başvuru nedeni ruhsal sorunlar ve bunların çoğu yetersiz tedavi görmektedir. Ruh sağlığı sorunu olanların en az bir yakını olduğu düşünülürse ruh sağlığı sorununun toplumun önemli bir kesimini, hatta tamamını doğrudan ilgilendirdiğini söylemek abartı sayılmaz.”
RUHSAL SORUNLAR YETİ YİTİMİNE YOL AÇIYORYeti yitimi kişinin kendinden beklenen iş, okul, ev ve kendi bakımına ait görevler ile toplumsal rolleri aksatması anlamına geliyor. Birçok hastalıkta kişide yeti yitimine yol açan olumsuz etkiler ortaya çıkıyor. Sağlık-Yaşam dergisine konuşan Prof. Gökalp, Dünya Sağlık Örgütü’nün bir araştırmasında, yeti yitimine en çok yol açan 10 hastalığın şu şekilde sıralandığını belirtiyor:
1. Depresyon
2. Demir eksikliği anemisi (Kansızlık)
3. Düşme ve ev kazaları
4. Alkol kullanımı
5. Kronik kısıtlayıcı akciğer hastalığı
6. Bipolar bozukluk
7. Doğumsal anomaliler
8. Osteoartrit
9. Şizofreni
10. Obsesif kompülsif bozukluk
2. Demir eksikliği anemisi (Kansızlık)
3. Düşme ve ev kazaları
4. Alkol kullanımı
5. Kronik kısıtlayıcı akciğer hastalığı
6. Bipolar bozukluk
7. Doğumsal anomaliler
8. Osteoartrit
9. Şizofreni
10. Obsesif kompülsif bozukluk
"Görüldüğü gibi en çok yeti yitimine yol açan 10 hastalıktan beşi ruh sağlığı ile ilgili hastalıklardır” diyen Gökalp şöyle devam ediyor: “Dünya Sağlık Örgütü’nün geleceğe yönelik öngörülerine göre; 2020’de depresyon kadınlarda ve gelişmekte olan toplumlarda yeti yitimine yol açan en önemli hastalık olacak. Ayrıca 2020’de tütün kullanımına bağlı hastalıklardan kaynaklanan yeti yitiminin de öne geçeceği tahmin ediliyor. Ülkemizin 15-55 yaş arasındaki nüfusunda da en yaygın hastalıklar içinde depresyon ilk beşte yer alıyor.
SORUNU OLANLAR TEDAVİDEN KAÇIYORGünümüzde ruhsal sorunu olanların damgalanması ve dışlanması da toplumsal boyutta soruna yol açıyor. Damgalama ve dışlama bir yandan ruh sağlığı sorunu olanların tedavi başvurusundan kaçınmasına yol açıyor, öte yandan da ruh sağlığı sorunlarının çözümüne ilişkin hiçbir geliştirme çalışması yapılmaması sonucunu veriyor.”
TÜRKİYE'DE RUH SAĞLIĞI HİZMETLERİ YETERSİZRuh sağlığı hizmetlerinin verildiği hastane yatakları yönünden Türkiye’nin Avrupa ülkeleri arasında sonuncu olduğunu hatırlatan Gökalp, “DSÖ verilerine göre ülkemizdeki ruh sağlığı yatağı, olması gerekenin onda biri düzeyindedir. Ülkemizdeki 100 bin kişiye düşen ruh hekimlerinin sayısı, dünya ortalamasının üçte biri, Avrupa ortalamasının 7,5’ta biri düzeyindedir. Yetersiz bakım, işsizlik genel sağlık sorunları gibi sorunların aşılabilmesi içinse hala önümüzde çok uzun bir yol vardır. Ülkemizin halen resmi bir ruh sağlığı politikası yoktur. Ruh sağlığı hizmetlerinin örgütlenmesi yetersizdir. Bu konuda halen çalışmakla birlikte, toplumun bilgilendirilmesi ve duyarlılığının arttırılması hepimizin acil önceliğidir” tespitinde bulunuyor.
Çaresizlik erkeği şiddete yönlendiriyor
Problemlerin çözülmemesi, şiddet karşısında kadının ses çıkarmaması fakat kırgın ve soğuk davranması ailede gerilimi ve şiddeti artırır.
Farika Teymur Artır Uzman PsikologÇevredekilerin yapıcı davranışları ile eşler daha sağlıklı iletişim kurabilir. Şiddet duygusunu kontrol altına alamayan erkeğin, "Problemlerimizi şiddete başvurmadan da çözebiliriz." diye düşünmesi de sağlıklı bir adımdır.
Her şiddet vakası kendine özeldir ve her biri probleme özel çözümler gerektirmektedir. Öfke ve şiddet duygularını
Şiddeti ortaya çıkaran gerilim aslında bir krizdir. Aileler ve kişiler bazen hastalanabilir, krizler yaşanabilir. Önemli olan bu krizlerin şiddeti, büyüklüğü ve sıklığıdır. Krizler ne kadar sık ve şiddetli yaşanırsa ailenin ciddi hasarlar almasına sebep olur.
Kişinin
Çocuklukta görülen yanlış modellerle edinilen yanlış tutumlar, disiplin eksikliği veya aşırı baskı, aile içi iletişim sorunları ve sevginin doğru olarak paylaşılmaması, güven ve duygusal bağlanma ile ilişkili kişilik bozuklukları, hormonal bozukluklara yol açansağlıksorunları, bağımlılık yapan madde kullanımı eşleri şiddete yönlendirmektedir.
Kadınların bir kısmı eşlerine duydukları derin bağlılık, bazen bağımlılık ya da eşlerinin başkalarının etkisinde kalarak şiddete başvurduklarını düşündüklerinden dolayı şiddete katlanmaktadır. Bu kadınlar çocuklarını eşleriyle birlikte büyütmek istemeleri, erkeğin şiddet gösterdikten sonra pişman olması, iletişim sorunlarının olup düzelme ümidinin olması gibi nedenlerle şiddete rağmen evliliklerini isteyerek sürdürmektedir.
İletişim sağlıksız şekilde devam ettiğinde ve şiddete yol açan problemler çözülmediğinde şiddet de devam etmektedir. Kadının erkeğin şiddet göstermesi karşısında korkup ses çıkarmaması fakat kırgın ve soğuk davranması da gerilimi şiddeti artırmaktadır.
Stresli ortam erkeğin kaygısını, kendisine güvensizliğini artırmaktadır. Bununla beraber kadının erkeğin kişiliğine uygun davranması da kolay olmamaktadır. Şiddete uğrayan kadın da bir travma geçirmiştir ve kendisinin değersiz olduğunu hissetmekte ve sevgi göstermekte, güzel sözler kullanmakta zorluk çekmektedir.
Sevenlerin ilgisi, çaresizlik duygusunu azaltıyor
Aile ve dost çevresindeki kişilerin yapıcı davranışları ile eşler birbirleriyle daha sağlıklı iletişim kurmaktadır. Şiddet duygusunu kontrol altına alamayan erkeğin, "Eşimle problemlerimizi şiddete başvurmadan da çözebiliriz." diye düşünebilmesi, sağlıklı adımdır. Kadının eşine insan olarak değer verdiğini ve sevgi duyduğunu fakat şiddet problemini ve bunu artıran bireysel ve aile içi problemleri birlikte çözmek istediğini net bir şekilde ifade edebilmesi de olumlu sonuç vermektedir.
Fiziksel Çekimin Sırları
Yalnızca seksi olmak yeterli değil aşkta fiziksel çekimi yakalamak en önemli detaylardan biri.
Fiziksel Çekim Aşka Zemin Hazırlar
Psikologlar, fiziksel çekimin bizi karşımızdakine yaklaştırdığını kabul etseler de; bir ilişkiyi ayakta tutanın aşkın getirdiği bir tür sempatiklik olduğunun da altını çiziyorlar. Evet; ilişkilerin başlangıcında genellikle daha şehvetli olduğumuz bir gerçek.
Aradaki bağı güçlendirmek için genellikle tutkuyu kullanıyor fakat ilişkiyi esas güçlü kılacak duygusal bağdan şu ya da bu şekilde uzak duruyoruz. Aslında bu durum; birçok kadının düştüğü yanılgıların başında geliyor. Ancak olgunlaştıkça fiziksel çekimin tek başına yeterli olmadığı fark ediliyor.
Kendinizi Hem Fiziksel Hem Duygusal Açıdan Sevdirmenin Formülü
ABD’de kadın-erkek ilişkileri üzerine araştırmalar yapan ünlü Psikolog Edward E. Jones; karşınızdakine kendinizi hem fiziksel hem de duygusal açıdan sevdirebilmeniz için gerekli olanları belirlemiş.
Psikologa göre eğer, ’Beni olduğum gibi kabul et’ felsefesiyle hareket ediyorsanız, kendinizi yenilemenizin zamanı geldi demek! Ne yazık ki ne kadar seksi, zeki ya da nüktedan olursanız olun, karşınızdakinin bu özelliklerinizi fark etmesi için ekstra bir çaba sarf etmelisiniz. Zira herkes aşka yeteri kadar uyumlu olamayabiliyor ve ne yazık ki her ilişki de farklı yaşanıyor.
Fiziksel Çekim Aşka Zemin Hazırlar
Psikologlar, fiziksel çekimin bizi karşımızdakine yaklaştırdığını kabul etseler de; bir ilişkiyi ayakta tutanın aşkın getirdiği bir tür sempatiklik olduğunun da altını çiziyorlar. Evet; ilişkilerin başlangıcında genellikle daha şehvetli olduğumuz bir gerçek.
Aradaki bağı güçlendirmek için genellikle tutkuyu kullanıyor fakat ilişkiyi esas güçlü kılacak duygusal bağdan şu ya da bu şekilde uzak duruyoruz. Aslında bu durum; birçok kadının düştüğü yanılgıların başında geliyor. Ancak olgunlaştıkça fiziksel çekimin tek başına yeterli olmadığı fark ediliyor.
Kendinizi Hem Fiziksel Hem Duygusal Açıdan Sevdirmenin Formülü
ABD’de kadın-erkek ilişkileri üzerine araştırmalar yapan ünlü Psikolog Edward E. Jones; karşınızdakine kendinizi hem fiziksel hem de duygusal açıdan sevdirebilmeniz için gerekli olanları belirlemiş.
Psikologa göre eğer, ’Beni olduğum gibi kabul et’ felsefesiyle hareket ediyorsanız, kendinizi yenilemenizin zamanı geldi demek! Ne yazık ki ne kadar seksi, zeki ya da nüktedan olursanız olun, karşınızdakinin bu özelliklerinizi fark etmesi için ekstra bir çaba sarf etmelisiniz. Zira herkes aşka yeteri kadar uyumlu olamayabiliyor ve ne yazık ki her ilişki de farklı yaşanıyor.
Komşunun psikolojisi bozuldu
Yunanistan'da, olumsuz etkileri her geçen gün daha çok hissedilen ekonomik kriz, insan sağlığını da önemli oranda etkilerken, halkın psikolojisini de bozuyor.
Atina'da yaşayan Yunanlı psikolog Valerya Kudumoyanakis, ekonomik krizin aynı zamanda psikolojik kriz anlamına da geldiğini belirterek, Yunan halkının gelinen bu aşamada psikolojik desteğe ihtiyacı olduğunu söyledi.
Ekonomik kriz nedeniyle ülkenin içinde bulunduğu durum ve bunun halkın psikolojisine olan etkisiyle ilgili AA muhabirine açıklamalarda bulunan Kudumoyanakis, ekonomik krizden etkilenen Yunan halkının ve özellikle de ekonomik açıdan daha zayıf olan kesimin panik halinde gayriihtiyari tepki gösterdiğini ve bu nedenle genellikle yanlış yolu seçtiğini belirtti.
Atina Üniversitesi Psikoloji Bölümünden mezun olduktan sonra Atina'da bir Psikoloji Kliniğinde çocuklarla ilgili psikolojik destek programı sorumlusu olarak çalışmaya başlayan 23 yaşındaki Kudumoyanakis, "Halk bir çıkış yolu arıyor, ancak genellikle yanlış yolu seçiyor. Bu yanlış seçimin sonuçları da psikolojik rahatsızlık, melankoli ve bazı durumlarda da intihar vakaları olarak ortaya çıkıyor. Para olmayınca, ekonomik güvensizlik başka güvensizliklerin de ortaya çıkmasına neden oluyor. Halkın bu aşamada genel olarak bir psikolojik desteğe ihtiyacı var. Bunlara yardımcı olmak gerek" dedi.
Ekonomik kriz dönemlerinde melankoli ihtimalinin arttığını ve bu noktada aile faktörünün önem taşıdığını ifade eden Kudumoyanakis, insanların daha önceki refahın ve teknolojinin getirdiği "sanal yalnız" yaşamdan sıyrılıp, dostluk ve arkadaşlık ilişkilerini yeniden keşfetmelerinin sorunun aşılmasına yardımcı olacağını kaydetti.
Kudumoyanakis, "Aileler birbirlerine destek olmalı. Dostluk ve arkadaşlık ilişkilerini geliştirip, sanal yaşamdan sıyrılarak hayatın gerçek yönlerini yaşamak lazım. Bu çeşit bir yaşam, olayları daha gerçekçi bir açıdan değerlendirmemize ve doğru tercihleri bulmamıza yardımcı olacaktır. Şu anda zor durumdayız, ancak daha zor olabilirdi diye düşünmek lazım" diye konuştu.Bu konuda medyanın rolüne de değinen Kudumoyanakis, gazetelerin ve televizyonların bazen olayları abarttığını söyledi.
Yunan halkının şu anda dış faktörlerden etkilenmeyen bir disipline ihtiyacı olduğunu söyleyen Kudumoyanakis, "Tabii medyanın etkin olduğu bir ortamda bu çok zor. Ancak bu onların görüşü, ama benim de bir görüşüm var diyebilmeliyiz. Hayatımızı gelişmeler değil, kendimiz belirlemeliyiz" dedi.
Kriz, genç neslin kanatlarını kırıyor
Kudumoyanakis, ülkenin bugün içinde bulunduğu durumun genç nesile de büyük oranda olumsuz etkisi olduğunu söyledi.
Eğitimlerini tamamlayarak bu dönemde kariyer yapmayı hayal eden genç neslin, ekonomik sıkıntılar nedeniyle büyük stres altında bulunduğunu belirten Kudumoyanakis, "Bu dönemde iş yaşamına ilk adımlarını atan gençler kriz nedeniyle büyük stres altındalar. Ekonomik tedbirler çerçevesinde birçok alanda uygulanan kısıtlamalar bizim kanatlarımızı kırıyor. Bu koşullar altında yapabileceklerimiz sınırlı. Çok sayıda genç bilim adamı işsiz durumda" dedi.
Kudumoyanakis, hükümetin ekonomi politikasını de eleştirerek, bu konuda yanlış uygulamalar yapıldığını belirtti.
Ekonomik tedbirler çerçevesinde yapılan kesintilerin zayıf halk kesimlerini ve ihtiyaç sahiplerini etkilemeyecek şekilde olması gerektiğini ifade eden Yunanlı genç psikolog, şöyle konuştu:
"Bunun olmadığını görüyoruz. Zorunlu ihtiyaç ürünlerine getirilen vergiler yanlış. Lüks yapılarla bir ömür boyu çalışarak edinilen 50 metrekarelik evleri aynı kefeye koyarak vergi alınması kabul edilemez. Normal halk, belirli bir kesimin yüzme havuzlarını ödemek zorunda değil."
Yunanistan'daki durumun daha da zorlaşması halinde, çalışmak için Türkiye'ye gidip gitmeyeceğine ilişkin soruyu yanıtlayan Kudumoyanakis, fırsat olması durumunda Türkiye'de çalışmak istediğini söyledi.
Kudumoyanakis, "Türkiye'ye belirli bir süre için çalışmaya gidebilirim. Böylelikle ülkemize de yardımcı olabilirim. Yunanlılar geçmişte de dış ülkelere çalışmaya gittiler. Ancak bu sonsuza kadar olmamalı. Ben şahsen bir an önce yine vatanıma dönmek isterim. Biz Yunanlılar vatanımıza bağlıyız" diye konuştu.
Yunanistan Sağlık ve Sosyal Dayanışma Bakanlığından kısa bir süre önce yapılan açıklamada, ekonomik krizin patlak vermesinden bu yana intihar vakalarında yüzde 40'lara varan artış kaydedildiği belirtilmişti. Psikiyatristler de ülkenin içinde bulunduğu finansal krize bağlı olarak bu yıl intihar vakaları sayısının önemli oranda artacağı uyarısında bulunmuştu.
Borç krizi nedeniyle Mayıs ayında iflasın eşiğine gelen Yunanistan'da hükümet, üç yıl süreli 110 milyar avro tutarındaki uluslararası yardımı alabilmek için sert tasarruf tedbirleri uygulamaya başlamıştı. Alınan tedbirlerin sonuç vermemesi üzerine, Brüksel'de 26 Ekim'de AB ile ek yardım karşılığında yeni tedbirler içeren memorandum imzalanmıştı.
Yunan İstatistik Kurumundan kısa bir süre önce yapılan açıklamada ise ülkedeki işsizliğin Ağustos ayında, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 6,2 oranında artış kaydederek, yüzde 18,4'e ulaştığı bildirilmişti.
Orgazm sırasında beynimizde neler oluyor?
İngiliz Guardian gazetesinde yayınlanan bir habere göre,bilim adamları orgazm sırasında kadınların beyinlerinin ne şekilde değişim gösterdiğini, bir animasyon sayesinde çözümlemeyi başardı.
Bilim adamları kadınların beyinlerinin orgazm öncesi, sırasında ve sonrasındaki beyin hareketliliğini gösteren ilk filmini yaptılar. Animasyon beynin farklı bölgelerinin bir arada ahenk içinde hareket ettiğini, bu hareketliliğin en üst seviyede olduğunu ve ardından yavaşça durgunlaştığını gösteriyor.
Animasyonu yapmak için uzmanlar bir kadından fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme makinesinin içine uzanmasını istediler. Mastürbasyon esnasında gönüllünün beyin aktivitesindeki artış ve değişimler kaydedildi.
Bu araştırmanın yapılmasının amacı neden kadınların ve erkeklerin aynı anda orgazmı yaşayamamasının araştırılmak istenmesiydi. Söz konusu araştırmayı ABD'de Rutgers Üniversitesi'nde psikolog olan Prof. Barry Komisaruk ve ekibi gerçekleştirdi. Animasyonda doktora öğrencisi ve Komisaruk'un laboratuvarında seks terapisti olan 54 yaşındaki Nan Wise gönüllü oldu. Wise kendisiyle yapılan röportajda," Bu benim doktora tezimin konusu. Kendimi bu konuya adadım." diyor.
5 dakika süren filmde beynin 80 farklı bölgesinin her iki saniyede bir alınan görüntülerinin bir araya getirilmiş hali görünüyor. Animasyonda renkler kullanılmış. İlk başta koyu kırmızı olan renkler orgazma yaklaştıkça turuncu ve sarıya dönüyor, orgazm sırasında tamamen beyaz olduğu görülüyor.
Prof. Kamisaruk, "Bu araştırmanın amacı orgazm esnasında beyinde ne olup bittiğinin anlaşılabilmesidir," diyerek Washington DC'de yapılan Society for Neuroscience(Nörobilim Derneği)nin yıllık toplantısında araştırmalarının çıkış noktasını anlattı.
Animasyon devam ettikçe ilk aktivitenin genital bölgeye dokunulmasıyla algı korteksinde görüldüğü kaydedildi. Ardından duygular ve uzun süreli hafızayı içeren beyin yapılarının toplandığı yer olan limbik sistemde hareketlilik tespit edildi.
Orgazma yaklaşıldıkça hareketlilik, beyincik ve ön korteks kısımlarına geçiş yapıyor. Bunun sebebinin artan kas gerilimi olduğu belirtiliyor. Orgazm sırasında ise hareketlilik hipotalamusta doruğa çıkıyor. Hipotalamus, oksitosin adı verilen, mutluluk hissi yaratan ve uterusu daraltan bir hormon salgılanmasıyla sorumludur.
Orgazm sonrasın tüm bu bölgelerdeki hareketlilik yavaşça sakinleşmektedir.
Komisaruk, "Beynin birbiriyle iletişimi incelemek için muhteşem bir sistem söz konusudur. Beynin seviye seviye hareket artışının ve azalmasının görüntülendiği film sayesinde, özellikle orgazm olamama sorunu yaşayan kişilerde hangi evrede problem yaşandığının tespit edilebileceğini sanıyoruz," dedi.
Komisaruk tarafından geliştirilen yeni bir yöntemde insanlar beyin aktivitelerindeki değişikliği neredeyse aynı anda görebiliyor. Komisaruk'a göre bu bir çeşit "Neurobiofeedback" yani "Nörobiyogeribildirim". Bu yöntem sayesinde kişilerin endişe, depresyon ve ağrı gibi durumların üstesinden gelebileceğine inanıyor.
Profesör, "Orgazmı keyif ve mutluluk üretmenin bir yolu olduğu için kullandık. Eğer mutluluk bölgelerini nasıl harekete geçirebileceğimizi öğrenirsek, pek çok sağlık sorununun da çözümüne ulaşabiliriz," dedi.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)