23 Şubat 2014 Pazar

Kişisel İmajımız ve Gerçek Benliğimiz

Başkalarına nasıl görünüyorum? Acaba başkaları için ne kadar değerliyim? Sorularının ergenlik döneminde ergenin en fazla kafasını yoran sorular olduğu söylenebilir. Diğer yandan bu kadar merkezi olmasa da, yetişkinler için de özellikle sosyal medyanın da etkisiyle bu sorular önemini korumakta. Diğerleri tarafından değer görmek, sevilmek, sayılmak hepimiz için önemli ve istenen bir şey elbette. Özellikle giderek artan rekabet ortamında iyi görünmek, uyumlu, başarılı görünmek maddi ve manevi ödüllerin artmasına yol açıyor. Bu durum ise insanların kendini sunma konusundaki çabalarını arttırabiliyor. Elbette bu konuda bireysel ayrılıklar var, kimimiz bu konuda daha sıkı çalışıyor, kimimiz ise nasılsam kendimi öyle sunarım diyebiliyor.
Bazı insanlar bahsedilen maddi ve manevi ödülleri alabilmek için kendilerini yüceltecek biçimde kendini sunabiliyor. Bu sunum tarzı stratejik kendini sunma olarak isimlendiriliyor. Böyle bir tarzı benimseyen kişi, kültürel klişeleri abartılı bir biçimde kişi kendi benliğinde varmış gibi gösterebiliyor. Örneğin toplumsal cinsiyet rollerini fazla içselleştirmiş kadınlarda sıklıkla kültürel klişelerle tutarlı olarak dış görünüşü ve ilişkileri aşırı derecede yüceltmek ve abartmak eğilimi görülebilirken, bu rollerle bütünleşmiş erkeklerde başarıyı abartmak, “büyük adam” izlenimi yaratmak sıklıkla karşımıza çıkabiliyor. Kendini sunma konusundaki diğer bir eğilim ise kendini doğrulama. Bu eğilimde olanlar ise kendilerini gerçekte nasıl görüyorlarsa o şekilde sunma eğiliminde oluyorlar. Kendilerini yüceltmek, abartmak yerine olumlu ve olumsuz özelliklerininasıl görüyorlarsa o şekilde ortaya koyuyorlar.
Stratejik kendini sunmanın zamanın ruhunun da etkisiyle normatif olduğu, yani abartmanın,  yaşamı izlettirmenin kabul gördüğü, narsistik kültürel yapının hepimizin bir yönü ile etkilediği bu durumda hangi tip kendini sunma daha işlevseldir sorusu çoğu kişiye gereksiz gelebilir. Ama yine de bu konuyu tartışmakta yarar var. Örneğin Amerika’da yapılan bir araştırmada kendini abartanlardan ziyade hem zayıf hem de güçlü yönlerini ortaya koyanların daha sevilebilir, doğal ve dürüst olarak algılandığı bulunmuş. Ayrıca kendimizi olduğumuz gibi sunmamız gerçek benliğimizi olduğu gibi kabul etmememize ve daha iyi hissetmemize yol açabilir. Diğer türlüsü sürekli gerçek benliğimizden ziyade bir imajı beslememize yol açabilir ki, bu durum bir süre sonra patolojik bir hal alabilir, ideal benliğimizle gerçeği karıştırabiliriz. Elbette sürekli olmadığı sürece stratejik kendini sunma stilini- örneğin iş görüşmelerinde, bizim için önemli olan kişilerle ya da durumlarda- kullanmamız doğaldır. Sıkıntı, bu halin bizi kendimize yabancılaştıracak kadar içimize işlemesi, bir yaşam tarzı olması, bizi kendi benliğimize bakan üçüncü bir göz haline getirmesidir.
 Sonuç olarak, mutluluğun, iyilik halinin, yaşamdaki ödüllerin kendimize ilişkin yanılsamalardanmı yoksa yaşamdaki ve kendimizdeki gerçeklerle yüzleşmekten geçtiği başlı başına bir tartışma konusu. Bu konudaki genel kanı yanılsamaları ve imajı beslenmenin kazançlı olacağını düşünmek olsa da belki de asıl yanılsama,  ne tepeden ne aşağıdan bakan, otoritenin ya da diğer insanların onayını almakla fazla ilgilenmeyen, sakin, olumlu ve olumsuz yönlerinin farkında olan, benmerkezci olmayan iyi insanların yaşamda kaybedeceği düşüncesi

Ruh Sağlığı Üzerinde Gülmenin Etkisi

gulmek-stres-m-vitaminiRuh sağlığının gülme üzerinde ne kadar etkisi var dersiniz ? Her durumda tebessüm eden insanların stresten bir adım daha uzaklaştığını ve sıkıntı anında gülmenin sizi diğer sıkıntılardan koruduğunu
biliyor muydunuz ? Sıkıntılı anlarınızda mizahı doğru şekilde kullandığınızda üzüntünüz şekil değiştiriyor psikolojiniz beslenirken bedeninizde oluşabilecek diğer rahatsızlıklardan da korunabiliyorsunuz. 
Üsküdar Üniversitesi Kurucu Rektörü Psikiyatr Prof. Dr. Nevzat Tarhan, M vitamini olarak isimlendirdiği “Mizah” ı, doğru yer ve zamanda kullanmayı başaran kişilerin stresini kontrol altında tutmayı da başarabileceği vurguladı
En zor ve sıkıntılı anlarda mizahla korkuyu yenmenin ve olayın yönünü değiştirmenin mümkün olduğuna dikkat çeken Prof. Dr. Nevzat Tarhan, yaşanılan üzüntüler ve korkuların sorunların değil de bakış açımızın birer sonucu olduğuna vurgu yapıyor.Bizi üzen şeylerin olaylardan çok o olaylara verdiğimiz anlamdır diyen Tarhan, mizah duygusunun yerinde kullanılması halinde üzüntülerin, belâların küçültüleceği, şekil değiştireceğini kaydediyor. Tarhan mizah duygusu veya M vitamininin psikolojimizi besleyen özellikleri olduğunu belirtiyor.
M Vitaminin Faydaları:
- Mizah olaylara bakış açımızı değiştirir,
- Olaylara verdiğimiz anlamı sorgulamamızı sağlar,
- Mizah zaafları, kırgınlıkları kabul edip fark ettiğimizi gösterir.
- Mizah özgür olduğumuzu gösterir.
- Özgüvenimizin olduğuna işarettir.
- Mizah duygusu olan insan, empatik iletişimde başarılıdır. Başka insanın acısını, kederlerini, mutsuzluğunu anladığını göstermiş olur.
- Üzüntülü durumda gülünecek bir şey bulmak zekice davranıştır.
- Korkular, takıntılar, üzüntüler ”içerisindeki insan kendisiyle dalga geçmeyi başarırsa kendini aşmış demektir.
- Karşı tarafı küçümsemeyen bir mizah, dostluk bağlarını güçlendirir.
- Güler yüz, nükteli sözler, sevdiklerinize verilen çok değerli hediyelerdir,
- Ölçülü şaka uzaklıkları yakınlaştırır.
- Sevgi dolu bakış, bedensel mesaj, her şeyin içini dışına çıkarır.
Rektör Tarhan gülmeyi başaran insanın, stresini kontrol altına almayı da başaracağını ifade ediyor.

Kızlı-erkekli daha iyi

ABD'li psikologlar: Kızlı-erkekli daha iyi
Türkiye’de “kızlı erkekli” yaşam tartışmaları yaşanırken Amerikan Psikoloji Birliği’nin bülteninde yayımlanan bir araştırma tek cinsiyetli eğitimin, bireylerin sağlıklı gelişimi açısından zararlı olduğunu ortaya koydu. Psikiyatri Bülteni'nde yer alan araştırmanın sonuçlarına göre tekli eğitimin akademik başarıyı artırdığı tezi kanıtlanamazken ırksal ya da cinsiyet temelli ayrım öğrencilerde cinsiyetçi önyargıların gelişmesini besliyor. Wisconsin-Madison Üniversitesi’nden Dr. Janet Hyde, “Bu elbette bizim istediğimiz bir şey değil, yetişkin dünyası karma bir dünyadır. İş dünyası ve aile de öyle. Bizim yapabileceğimiz en iyi şey çocukları yetişkinliğe hazırlayacak ortamı yaratmaktır” dedi.
21 milletten 1,6 milyon öğrenciyi temsil eden 184 öğrencilik denek grubuyla yapılan çalışmada okul başarısı, davranışlar, akademikler hedefler ve benlik kavramı gibi özel alanları da araştırmak üzere gerçekleştirildi. Makalenin yazarları kız ve erkek öğrencilerin ayrı ayrı okullarda eğitim görmesinin farklı alanlarda başarılı olmalarını sağladığına dair fikrin de doğru olmadığı sonucunu elde ettiler. Whitman Üniversitesi’nden Dr. Erin Pahlke, “Bu fikir çalışmamız tarafından desteklenmediği gibi kızların karma eğitimin dışında akademik başarılarının daha yüksek olmadığını gördük” açıklamasını yaptı.

İklim değişikliği inkâr ediliyor

İklim değişikliğinin olumsuz etkilerinin dünyanın her yerinde görüldüğüne dair haberler gündemin değişmezlerinden. Bazı uzmanlar buna rağmen iklim koruması için somut adımlar atılmamasını psikolojik nedenlere bağlıyor.

'İklim değişikliği inkâr ediliyor'

Amerikalı yazar Kari Norgaard "İnkâr içinde yaşamak: iklim değişikliği, hissiyat ve gündelik yaşam" adlı kitabı nedeniyle iklim değişikliğini reddeden birçok kişiden tehdit mailleri aldığını kaydediyor.
Kari Norgaard iklim değişikliğine inanmayanların hiç de azımsanacak sayıda olmadığını belirtiyor. Norgaard'ın parmak bastığı asıl nokta ise özelikle sanayi ülkelerinde yaşayanların iklim değişikliği ile ilgili verileri neden sorgulamadığı, neden bu bilgileri gündelik hayatla ilişkilendirmediği…
Amerikalı araştırmacı on ayını Norveç'in kuzeyinde geçirmiş. Mevsim normallerinin çok üzerinde sıcaklıkların yaşandığı, karın iki ay geç düştüğü kışın ardından “iklim değişikliği” fenomeninin sosyal ve siyasi hayatta adeta “görünmez oluşu” ise Norgaard’ı şaşkınlığa düşürmüş.
Norgaard sıcak hava tarım ve turizmi etkilediği, basında sıcak geçen kış ve küresel ısınma arasındaki bağlantıya yer verildiği halde kamuoyundan herhangi bir tepki gelmediğini kaydediyor.
Amerikalı araştırmacı bu fenomeni " organize sosyal inkâr" olarak tanımlıyor. Yani insanlar iklim araştırmalarının sonuçları hakkında bilgi sahibi oldukları halde bu bilgi ile sosyal, siyasi ve kişisel hayatları arasında bir bağlantı kurmuyor.
'Çağın en büyük iletişim felaketi'
Norveç İşletme Enstitüsü İklim Statejileri Merkezinde psikolog olarak görev yapan Per Espen Stoknes klimatolojinin bu tip psikolojik savunma mekanizmalarını uzun süre göz ardı ettiğini, sadece olguların insanları ikna etmek için yeterli olacağının düşünüldüğünü vurguluyor.
Ancak Stoknes'a göre insanlar iklim değişikliğini “çok uzak bir gelecek olarak görüyor”. Maldivler ya da Bangladeş'te su seviyesinin yükseldiği haberleri de onlara küresel ısınmasın fazlasıyla uzakta yaşandığı imajını veriyor. Stoknes günümüzde on kişiden sadece dördünün iklim değişikliğini bir sorun olarak gördüğünü ifade ediyor.
Psikolog Stoknes, klimatologların yüzde 97'si iklim değişikliğinin varlığını kabul ederken, kamuoyunda bu oranın yüzde 55'e düştüğüne dikkat çekiyor.
Bunu çağımızın en büyük iletişim felaketi olarak tanımlayan Stoknes’e göre bunun önemli nedenlerinden biri basında iklim değişikliğiyle ilgili çıkan haberlerin yüzde 85'inin felaket haberleri olması. Per Espen Stoknes dolayısıyla insanların bu konudan mümkün olduğunca "kaçındığını" kaydediyor.
Bu durum nasıl değiştirilebilir?
Eğer iklim korumayla ilgili yeterli adımların atılmamasının psikolojik nedenleri olduğu tezi doğruysa, iki uzmana göre o zaman soruna da yine psikolojik açıdan yaklaşılması gerekiyor.
Psikolog Stoknes "Olumsuz yaklaşımdan ve felaketlerden uzaklaşarak pratik çözümleri daha çekici hale getirmeliyiz" diyor. Araştırmacı Norgaard da aynı görüşte. Norgaard çevreci yaşam prensibinin toplumda normal hale getirilmesi gerektiğini belirtiyor.
Kari Norgaard’ın bunun için bazı küçük ama etkili olacağını düşündüğü önerileri var: Yapılan elektrik tasarrufunun komşularınkiyle karşılaştırılmasına olanak sağlayacak bir online kampanya, kağıt tasarrufu için önlü arkalı fotokopi çekimi ve enerji tasarrufu sağlayan cihazların kullanımının tercih edilmesi gibi.
Per Espen Stoknes de insanları felaket senaryolarına boğmak yerine "yeşil ekonomi"nin beraberinde getirdiği seçenekleri çekici bir gelecek alternatifi olarak sunarak inkâr mekanizmasının önüne geçilebileceği görüşünde

Motivasyon

Başarılı ve iyi performansın, patron tarafından övülmesi çalışanları inanılmaz motive ediyor ve kendilerini ekibin bir parçası gibi hissetmelerini sağlıyor. Türkiye’deki patronlar üst düzey yöneticisini ne zaman ve nasıl motive ediyor, övüyor? Üst düzey yöneticilerle çalışanları motive etme konusunda patronların performansını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Mevcut durumla başlayalım. Türkiye’de insanların kendilerinden konum olarak daha aşağıda gördükleri kişileri övmesi pek söz konusu değil.  Bu durum, bir babanın çocuğuyla veya bir patronun çalışanıyla olan ilişkisinde sıkça göze çarpıyor. Temel sebep/bahane ise çok acıklı: Pozisyon olarak aşağıda konumlandırılan kimse (çalışan/çocuk), kendini yukarıda konumlayan (patron/baba) tarafından övülürse şımarır ve kendini yukarıda yani patron veya baba ile aynı konumda zanneder. Hatta daha da üstte zanneder! İşte kültürümüzün en büyük yanılgısı, yetiştiriliş tarzımıza da böyle deforme bir bakış açısıyla yansımıştır: “Övme şımarır, illa ki öveceksen yüzüne karşı değil, arkasından öv.”
Bu duruma karşın, göz ardı edilemeyecek iki gerçek var: Bir, insanlar övülerek şımarmaz. Şımarık olan zaten şımarıktır ve şımarıklık, her şeyi elde edebileceğini düşünmektir. Övülen bir insan “Her şeyi yapabilirim” değil, “Bu işi iyi yaptım, ben bu işte iyiyim” diye düşünür. İki, birinin bir davranışını övdüğünüzde, hele de siz onun için önemli bir insansanız o davranışı tekrar etme olasılığı artar. Eğer performansını överseniz performansı artar. Bu kadar basit bir formül…
Patronlara da çok bir şey diyemiyoruz, çünkü onlar da böyle yetiştirildiler. Burada biraz kuşaklardan bahsedeceğim. Özellikle X kuşağı (1965-1985 arası) ve öncesi doğumlular övgünün zararlı bir şey olduğuna inanarak büyüdü. Y kuşağı (1985-2000 arası) ise yetişirken fazlaca övüldü, hatta zaman zaman bu övgülerde aşırıya kaçıldı. Y kuşağı her şey için övülmüş bir kuşak. Başarısız olsa dahi çabası için övülen bu kuşak temsilcileri, çaba göstermedikleri zaman da eleştirilmediler. Her iki yetişme tarzında da bir konu atlandı: Başarının ve performansın övülmesi gerekliliği.
X ve önceki kuşaklarda başarı ve performans “zaten olması gereken” olarak nitelendirildi ve insanlar şımarır diye övülmediler. Y (1985-2000 arası) ve Z (2000 ve sonrası) kuşaklarında ise başarı olmasa dahi övgü vardı. Ancak övgünün ve takdirin performansı artırabilmesi için, başarıların ve başarıya götüren davranışların övülmesi gerekiyor. Yani orta noktayı bulmamız gerekiyor;  ne övgüden korkmalı ne de içi boş övgüler yapmalı.
Patron veya CEO çalışanları, üst yönetim takımını motive ederken kademeler arası ayrım yapıyor mu? yapmalılar mı?
Ayrım yapmak, kardeşler arasında ayrım yapan ebeveynler gibi davranmak olur. Ebeveynler farkında olmadan kardeşler arasında sürtüşmelere yol açarken patronlar da iç dengeyi ve kurumdaki takım ruhunu zedeleyebilirler. Bu nedenle takdir ederken takımların önemine göre ayrım yapmaktan ziyade, performansı kim gösteriyorsa onu takdir etmek en adil çözüm olacaktır. Yani, ayrımcılık olmasın diye herkesi övmek de doğru olmaz.
Patronlar üst düzey çalışanlarını motive etme konusunda nelere dikkat etmeli, para dışında onları fark ettiğini nasıl göstermeli? Bu konuda yapılan en büyük hatalar neler?
Çalışana başarıları, kuruma kattıkları ve özverisi için teşekkür etmek iyi bir başlangıçtır. Takdirin içerisinde çalışanın kuruma kattığı değerler kadar patronun gözündeki değeri de yer almalıdır. Patronun çalışanına olan sevgi ve saygısını göstermesi kadar motive edici bir şey yoktur. Sadece kuru bir “Aferin” yeterli değildir. Takdir çalışana özel olmalıdır. Herkesin motive olma şekli ve motivasyon kaynağı farklıdır. Patronlar ya da yöneticiler çalışanlarını iyi tanımalı ve herkese uygun motive etme yöntemini bulmalıdır. Nasıl ki bir kadına şiir yazarken onun saçları, onun gözleri vb. övülür, çalışan takdir edilirken de ona özel davranışlar, onun kişilik özellikleri, azmi ve başarıları övülmelidir.
“Seni çok takdir ediyorum” bir süre sonra yetmeyecektir. Patronu tarafından “Azmine ve kararlılığına hayranım, seni başkalarına örnek gösteriyorum” sözleriyle takdir edilen,  gerçekten azimli bir çalışanın performansı bu övgüyle ikiye katlanabilir.
Takdiri sadece prim , maaş veya maddi hediyelerle göstermek ne yazık ki anlamlı birkaç sözün yerini tutamaz. Yapılan tüm araştırmalar maaşın çalışan memnuniyetinde hijyen faktörü olduğunu ama çalışanı bağlamak ve motive etmek için yeterli olmadığını göstermektedir.
Dünyadan ve Türkiye’den patronların uyguladığı başarılı motivasyon yöntemleriyle ilgili birkaç iyi örneği paylaşır mısınız?
Türkiye’de ve dünyada en çok işe yarayan yöntemler; patronun iş yerinde gözükmesi, departmanlarda dolaşması, çalışanlarla bir arada olması ve onlarla iletişim kurmasıdır. Yerinde ve zamanında doğru geri bildirimler vermesidir. Birçok kurumda, çalışanlar patronlarını ne çalışma ortamında ne de yemek yerken görüyorlar. Kurum ne kadar büyükse, patron o ölçüde çalışanlardan uzak kalıyor. Bunu değiştirmek de patronun elinde… Patron fildişi kulesinden çıkmalı ve halkın arasına karışmalı, iş yaparken onları görmeli ve o anda takdir etmelidir.

DBE Davranış Bilimleri Enstitüsü
Uzm. End. ve Kurumsal Psikolog
Burcu Çanacık

Startup’lar için Psikoloji Eğitimi

menaStartup girişimcilerde başlangıçta hafiften bir ego olması iyidir denir ki bunun biraz haklılık payı vardır ancak egonun sadece savunma amacıyla kullanılması şartıyla. İnsanlara verilen menfi duygular kendi şahsiyetini, onurunu ve özel alanını korumak için verilmiştir, başkasına zarar vermek için değil.

Yetenekli takım kurabilseniz dahi onları birarada tutmak ta ayrıca bir yetenek gerektirir. Takımda eninde sonunda kişilik çatışmaları çıkacaktır. Teknik yeteneklerin yerini zamanla kişilik sürtüşmeleri alacaktır. Bundan dolayı özellikle takım liderinin Davranış Bilimlerini bilmesi, egoları yönetebilmesi (kendisi dahil), insanların Psikolojik ihtiyaçlarının farkına varabilmesi, esnekliği vs. fevkalade önemlidir. Ne kadar önce davranılırsa ve ileride meydana çıkabilecek çatışmalar için ne kadar önceden hazırlıklı olunsa yeridir.
Bundan dolayı halihazırdaki Üniversite’lerin bünyesindeki girişimcilik programlarında Psikolojik Eğitimine yeterince önem verilmemesini hayretle karşılıyorum. Halbuki Girişim programlarının Psikolog, Psikyatrist ve Pedagog’larla birlikte çalışabilmesini sağlayacak ortamlar oluşturulmalı, “girişimcilik” eğitim sisteminde mutlaka davranış bilimlerine yer verilmelidir. Startup adaylarının Psikolojik ihtiyaçları her zaman göz önünde tutulmalıdır.
20-30 yaş aralığındaki gençlerin aşk, ilişki, evlilik ve sevgiye dair merak ettikleri duygusal hangi sorunları varsa girişimcilik programlarında birlikte ele alınmalıdır. Türk Millet’i gibi duygusal davranışların yoğun yaşandığı Orta Doğu/Avrupa coğrafyasında mutlu girişimci bireyler yetiştirmenin en önemli yolu işte bütün bu davranışsal doyum mekanizmalarının tartışılmasını sağlayacak ve girişimcilerin kendilerindeki farkıdanlıklarını arttıracak davranış programlarının varlığıdır.
Startuplar kendi şemalarını keşfedecek, iletişim becerileri gelişecek, neyi niçin yaptığını daha iyi anlayacaktır. Her şeyin teknik olmadığını, ikna becerileri, iletişim yolları ve tutarlılık gibi karşı tarafa güven verebilecek sosyal becerilerini geliştireceklerdir. Alacakları Davranış Bilimleri eğitimi takım arkadaşları arasında da muhtemel uyumsuzlukları gidermeye de yardımcı olacaktır.
Böylelikle girişimciler Startup’larında ihtiyaç duydukları empati, cesaret ve heyecanlarını daha sağlıklı yönetecek ve ortaya daha verimli Startup’lar çıkacaktır. İnsanların mutluluğunu esas alan Startup’lar takım üyelerinin işten aldığı hazzı arttıracak ve onların manevi olarak daha iyi doyuracaktır. Bir işi zevkle pozitif bir ortamda yapmak, velev ki stresli bir Startup olsa bile, çalışanların şirkette kalıcı olmasını sağlayacak ve birlikte zorlukları göğüsleyerek kazandıkları başarılardan maximum düzeyde manevi tatmin sağlayacaktır.
Dolayısıyla Startup’ların en büyük besini yatırımcılar değildir. En büyük besin çalışanların yolculuklarında birlikte paylaştığı en yüksek dozdaki eşsiz ortak duygulardır. Duyguların ve düşüncelerin yönetiminde de Psikolojik Davranış Eğitimleri mutlaka ama mutlaka elzemdir.
Startupların format değiştirerek Davranış Bilimlerine gerekli önemi vermesi dileğiyle..

Koçluğun bu hızda yükselişinin altında ne var?

Koçluğun bu hızda yükselişinin altında ne var?
Son 15 yıldır koçluk eğitimi alanların hızla arttığı görülüyor. Aslında tüm nish alanlar arasında en hızlı artışı yaşayan da kurumsal koçluk alanları. Hay Group'un yapmış olduğu araştırmaya göre Amerika'da Fortune 500 şirketlerinin % 40'ı özellikle yönetici koçlarını kullanıyor. Aynı araştırmaya göre diğer bir % 20, bir yıl içerisinde yönetici koçluğunu etkili bir araç olarak kullanacağını belirtiyor.
Peki nedir bu derece yükselişin sebebi? Aslında yükseliş faydada yatıyor. İnsanlar daha önce hiç görmedikleri kadar önemsendiklerini ve kendi başarıları için onlara destek olabilecek ve doğru yöntemleri kullanan koçların başarılarını etkilediklerini görüyorlar. Onlara hasta diye bakmayan ve tamir edilmesi gerektiğini düşünmeyen ve güçlü yanlara odaklanarak sadece farklı bir perspektiften bakmak için teknikler geliştiren biri ile beraberler. Bunu kim istemez ki?
Ya da halen psikologlar ya da psikiyatristler koçluk kavramına burun kıvırırken neden dünyanın ya da Türkiye'nin en büyük şirketleri bu alana her sene daha fazla yatırım yapıyorlar?
Aslında temelde bu soruların bir kaç cevabı var.
1 - Piyasada etkin olmayan eğitimler almış ya da hiç eğitim almamış olan ve ortalıkta koçum diye dolaşan, genellikle başka bir iş yapmayı başaramamış olan bir grup var ki, onların ben koçum demeleri bile sektöre zarar veriyor.
2 - Çıkarları etkilenen bazı meslek grupları, özellikle psikologlar ve psikiyatristler, yukarda 1.sırada verilen eğitimsizlerin profesyonel olmayan davranışlarını örnek olarak kullanıp küçümseme için bahane bulabiliyorlar. Hatta son dönemde rakip olarak gördükleri koçluğun karşısında yavaş yavaş bir pozitif psikoterapi eğilimin çıktığını görüyoruz.
3 - Bazıları bir kaç gün ile koçluk eğitimi mi olur diye eleştiriyor ama bugün Türkiye'de ve Dünya'da ortalama bir Doktora eğitimi 150 saat ile 200 saat arasında iken, ICF Akredite kurumların eğitimleride 150-200 saat arasında. Üstelik doktora programlarında sadece teori eğitimi verilirken, koçluk eğitimleri tamamen interaksiyona dayalı deneyim ve bilgelik eğitimleridir. Yani "bilme"nin değil, "olma" nın eğitimleridir. Üstelik üniversitelerin her zaman geriden gelenleri takip ettiğini görüyoruz. Örneğin termodinamik bilimi, James Watt'ın buhar makinelerini icad ettikten tam 50 yıl sonra üniversite ortamlarına girdiğini biliyoruz. Dünya teorilerle değil, uygulayıcıların deneyimleri üzerinde yükseliyor. Teori gereksizdir demiyorum, demek istediğim uygulamaya dökülmemiş deneyimin gereksiz ve boş olduğu yönünde.
Aslında temel mesele insan davranışında yatıyor. Eğitim aldığı halde çok başarısız psikiyatrist ve psikologlar var, aynı şey koçlar için de geçerli. Ancak Türkiye'nin dilemması devam ediyor. Psikologlar kendilerini, psikiyatistlere, koçlar da kendilerini bu gruba kabul ettirmeye çalışıyorlar. Belki de farkedilmesi gereken koçluğun bir psikoloji paketi değil bir iletişim paketi olduğunun anlaşılması.
Aslında koçluk eğitimlerine katılan psikologlar ve psikiyatristlerde görüyoruz, hatta bugün iyi koçlardan bazıları psikolog ya da psikiyatrist, ancak koçu koç yapan psikoloji teorilerini bilmesi değil onları yaşaması. İşte biz buna bilgelik diyoruz. Yani iletişimi çok zayıf olan yüzlerce psikolog ve psikiyatrist görebilirsiniz. Ancak iyi bir eğitim almış bir koçun iletişim yetkinlikleri yürüyüşünden bile belli olur.
İsterseniz gözlemleyin.
Bence psikoloji/psikiyatri alanları ile koçluğun uzaktan yakından ilişkisi yok, koçluk sadece bir iletişim paketi, kişiyi tedavi etmeye çalışmayan onu hasta gibi görmeyen, tamir etmeyen, sadece ileriye doğru adım atabilmesi ve bunu sürdürülebilir bir şekilde yapmasını sağlayan bir iletişim modeli. Biraz da bilgelik yolculuğu. Artık bu kavramları birbirleriyle ilişkili gibi görmeyi bırakmanın zamanı geldi.
Unutmayın aynı sektörde "Nane"'yi söyleyen Ajdar'ı da bulabilirsiniz, ama "Firuze"'yi söyleyen Sezen Aksu'yu da.. Yani koçlukda, psikolojide, psikiyatride de Ajdar'lar da var Sezen'ler de var. Siz doğru adımları takip edin yeter.
Eğer bu meslek aklınızın ucundan dahi geçiyorsa size tavsiyem bugün Amerikan Akreditasyon sisteminin bir parçası olan ICF (International Coach Federation) in akredite ettiği okulları eğitim için tercih etmenizdir. Bugün itibariyle Amerika'da bazı lisans ve yüksek lisans programlarında dahi koçluk bölümleri var ve ilginç bir şekilde bu üniversitelerin onaylarını dahi ICF veriyor. Türkiye'de de bu okullardan bir kaç tane var. Benim ilk aklıma gelenler (ACTP-Accredited Coach Training Program) Adler Leearning, Ericsson ve Sola Unitas Academy. Tabi aklınıza sadece bu okullardan mezun olmak gelmesin, aynı zamanda akademik ünvanlar gibi sizin de ACC, PCC ve MCC gibi ünvanlar almanız gerekiyor. Bu aynı zamanda bir sınavda başarılı olmanız demek. Yoksa sadece elinizde bir katılım sertifikası ile kala kalırsınız.
Herhangi biri sizi Ajdar olmaktan kurtarabilir ancak eğitim yine de bilgelik yolculuğunun sadece küçük bir parçası. Koçluk eğitimini yaşamanız ve içselliştirmeniz en önemli şey.
Yazımı meşhur psikoterapist Robert Biswas - Diener'in Journal of Clinical of Psychology'de ki akademik makalesinden bir alıntı ile bitireceğim. Biswas, klinik ortamlarda çalışan kişilere dahi öneriyor.
"In the end, coaching offers a number of potential applications to psychotherapy. These include an increased use of telecommunication, client-driven agendas, an emphasis on client strengths, and an explicit focus on motivation and forward progress. Although these claims require controlled research to substantiate, my experience indicates that using coaching techniques in psychotherapy and/or developing a hybrid therapy-coaching practice can help protect clinicians from burnout."
sezin devren

Toplumsal Şizofreni

Ruh sağlığı alanında en çok bilinen hastalıkların başında kuşkusuz Şizofreni  geliyor. Toplum olarak, Şizofreni dışında bu kadar bilgi sahibi olduğumuz ve evlerden uzak diyebileceğimiz başka bir ruhsal hastalık yok sanırım.
Evet, Şizofreni bildiğimiz üzere daha çok klinik alanda incelenmiş ve incelenmeye devam eden bir hastalık.  Ancak ben son zamanlarda topluca bu hastalığa yakalandığımızı düşünüyorum. Şu andaki toplumsal karakterimize bakıldığında şizofrenik düşüncenin temel karakterlerini görebilmemiz mümkün. Özellikle şu son dönemde toplum hezeyanlar içinde boğulmuş durumda.
Şizofrenideki temel karakterlerden olan karar mekanizmasında bozulma, önem ve önceliklerin belirlenememesi, hayal ile gerçeğin ayırt edilememesi, kendine ve çevreye yabancılaşma ve zihinsel bölünmenin varlığı toplumun alt ya da üst her biriminde apaçık ortada değil mi?
Şizofrenik bir birey gibi toplum olarak hayal ile gerçeği ayırt etmekte zorlanmıyor muyuz? İşçisinden işverenine hatta bizi yöneten liderlerimizin bile hayal ile gerçeği ayırt etmekte bazen zorluk yaşadıklarını düşünüyorum. Yoksa ortaya çıkan kamera görüntülerine rağmen olmayan bir şeyi neden ısrarla var olduğu konusunda iddia edelim ki? Bunun başka nasıl bir açıklaması olabilir?
Gazetelerde, ana haber bültenlerinde, kendi aramızda yaşanan herhangi bir olay ile  ilişkili sohbetlerimizde neye inanacağımızı, ne yönde karar vereceğimizi şaşırmış durumdayız. Bir olay gerçekleşiyor, rapor var diyor kamera görüntüleri yok diyor. Gazeteci var diyor, bilirkişi yok diyor ya da tam tersi. Vallahi ben dahi bazen güncel konuları takip ettiğimde hangisi gerçek hangisi hayal ayırt etmekte zorlanıyorum ve görüyorum ki bu konuda yalnız değilim.
Şizofrenik bireyde zihinsel bölünme vardır. Bizde de toplumsal bölünme yok mu? Kendi içimizde onlar ve bizler olarak bölünmedik mi? Yine şizofrenik birey kendine ve çevresine yabancılaşır. Biz de bölünerek birbirimize yabancılaştık. Yabancılaştıkça birbirimize ayrı dünyaların insanları olarak bakmaya başladık. Böyle yaptıkça gruplaştık, gruplaştıkça dışımızdaki gerçeklerden korku duymaya, korktukça paranoid belirtiler göstermeye başladık. Bizden olmayanların bize zarar vereceği inancı geliştirdik. Komplo teorileri ürettik.
Şimdi siz söyleyin bu şekilde bakınca hepimiz şizofrenik karakterler göstermiyor muyuz? Hepimiz bu hastalığa yakalanmış durumdayız. Tanımız toplumsal şizofreni. İlacımız belli bütünleşme.
Sahi bizi ne bütünleştirebilir? Ortak bir ideale sahip olmak, eğitim ve gelir dağılımındaki denge bizi bütünleştirebilir mi? Bunlar toplumu düşünce ve yaşantı yönünden bütünleştirebilmeye yeter mi?
Her ne şekilde, her ne alanda olursa olsun toplum olarak ayrışmadan, yabancılaşmadan, bütünleşebilirsek belki bu hastalıktan, bu hastalığın yarattığı hezeyanlardan kurtulabiliriz

Kendi yalanına inanma hastalığı: Mitomani

PSİKOLOG- Kendi yalanına inanma hastalığı: Mitomani
Mitomanik hastalar, suçunun üstünü örtmeye çalıştıkça yalan söyler ve bir süre sonra ürettikleri yalanlara kendileri de inanmaya başlar. Zamanla vicdanlarından uzaklaşan mitomanlar, gerçek bir varlık elde edebilmek için sürekli yalan söylemeye devam ederler.

Suçluluk psikolojisiyle kişinin kendi suçunu örtbas etmeye çalışmasına mutlaka rastlamışsınızdır. Bu durum tıp literatüründe “mitomani” yani yalan söyleme alışkanlığı olarak biliniyor. Mitomanlar, bir çıkar elde etmek ya da ilgi çekmek için de yalan söylemeye devam eder. Bu hastalıklı kişiler, bir makamı elde edebilmek için de yalan söylemekten kaçınmaz ve bu durum hayatlarının rutini haline gelir. Söyledikleri yalanların ortaya çıkması halinde ise herhangi bir suçluluk psikolojisine girmez. Uzman psikolojik danışman Mehmet Akif Aydın, mitomani hastalıklı kişiler için yalan söylemenin çok olağan olduğunu ve vicdan mekanizmalarının devre dışı kaldığını ifade ederek, bu tip insanların halk dilinde ‘profesyonel yalancı’ olarak adlandırıldığını belirtiyor. Mitomanik kişilerin sessizliğe tahammül edemediğini vurgulayan Aydın, “Bulundukları bir ortamda ilgisi ve bilgisi olmadığı halde sessizce oturmak onlar için zordur. ‘Herkes konuşurken sen niye konuşmuyorsun’ düşüncesiyle konuşmaya çalışır ve yalanlarla, abartılarla konuşmaya dâhil olur.” ifadesini kullanıyor. Bu kişilerin ilk başta yalanlarının anlaşılmasının zor olduğunu kaydeden Aydın, şöyle konuşuyor: “Fakat doğrunun ortaya çıkmak gibi bir kötü huyu olduğu için, çevresindekiler birkaç yalanını yakaladıktan sonra onların söylediklerine inanmaz. Bu durumda yapılması gereken şey, bu profesyonel yalancılardan kendinizi korumayı öğrenmenizdir. Mitomanlar, gerçek manada mutlu olamadıkları gibi çok fazla iş ve arkadaş değiştirmek zorunda kalırlar. Yalanları ortaya çıksa dahi onu düzeltmek için bir çabaya da girişmezler. Genelde bu tip hastalar tedavi için başvurmazlar. Çünkü yalan söylemek onlar için normal bir şeydir. Vicdan mekanizmaları oluşmadığı için pişmanlık duymazlar. Eğer vicdan azabı duyuyorlarsa o kişiler mitomanik hasta değildir.”

 İlahiyat Doktoru Kadir Paksoy ise dinimizin yalan ve yalancılığı kötü huyların ve günahların en büyüklerinden kabul ettiğini belirtiyor ve, “Münafık ve kafirlerin özelliğinin de yalan ve yalancılık olduğunu belirtir.” diyor. Paksoy, Peygamber Efendimiz’in (sas) şu hadisini hatırlatıyor: “…Yalandan sakınınız. Yalan insanı fücura, günah bataklığına, o da cehenneme sürükler, atar. Bir insan, kendini bir kere yalana kaptırdı mı, daima yalan söyler, neticede Allah katında ‘kezzâb’ (büsbütün yalancı) olarak yazılır.”

Kur’an’da, yalan 300’den fazla ayette geçiyor

Peygamber Efendimiz (sas), Allah katında yalancıların “kezzâb” (büsbütün yalancı) olarak yazılacağını söylüyor. Kur’anî bir kelime olarak kizb, yalan ve yalancılık demektir. Dilimizde kizb kelimesi tekzip etmek, tabirinde geçer; tekzip etmek, yalanlamak demektir. Yalan ve yalancılık, karşısındakini aldatmak maksadıyla söylenen ve gerçeğe uymayan söz ve bu sözü söylemektir. Sıdkın, doğruluğun zıddıdır. Kizb, değişik türevleriyle Kur’an’da üç yüzden fazla âyette geçmekte,  Allah Teâlâ (cc), “Yalan sözden sakınınız!” (Hac, 22/30) buyurmaktadır. Yalanın revaç bulduğu günümüzde inanılır ve güvenilir insanlar olma durumunu namusumuz gibi korumamız gerektiğini ifade eden Fethullah Gülen Hocaefendi, “Büyük-küçük hiçbir meselede en ufak bir hilâf-ı vâki beyana tenezzül etmemeli ve asla “Müslümanlar da yalan söyleyebiliyor” dedirtmemeliyiz.” ifadesini kullanıyor. Bediüzzaman Hazretleri de “Yalan bir lâfz-ı kâfirdir” diyerek bu hakikati bir başka şekilde ifade etmiş, onun küfrün esası ve nifâkın birinci alâmeti olduğunu söylemiş ve küfrün arkadaşı olan kizbden çekinmeleri için mü’minleri uyarmıştır.

”BEBEK NARSİZMİ SENDROMU”

tff-den-emre-belozoglu-ve-burak-yilmaz-karari--4072630

Emre; ”Bebek narsizmine” müztarip bir futbolcu..
Bu kavramı eminim ilk defa duyuyorsunuz!
Anlatınca sanki aileden biriymis gibi gelecek..


Her bebek tabii ki cok sevilir ve devamlı ilgi, sevgi görür..
Bebek beyni de otomatikman sevgiyi her gördüğü kişiden aynı şekilde beklemesini bebeği programlar.
Buna psikolojide kısaca ”bebek narsizmi sendromu” denir.

Tabii büyüdükçe beynin insanları ayırt edecek düzeye gelmesiyle narsizim yavaş yavaş azalır. Herkesin sana ilgi göstermeyecegini, seni sevmek zorunda olmadığını anlarsın!

Bravo anladınız!
Ne kadar çok erkek var değil mi çevremizde bu sendromdan müstarip? Hanımlarda seyrek görülüyor nedense!.

Türkiye’deki en büyük bebek narsistini de şimdi açıklıyorum: Emre Belözoğlu!
Valla boyu posu da bebek gibi.
Adam devamlı ilgi çekmek istiyor. O sahada senin gibi 21 delikanli daha var Emre’cim ama kendini o kadar önemsiyorsun ki ne arkadaşlarını ne de klubünü düşünebiliyorsun! Varsa yoksa bebek Emre!

Çok fazla küfür ediyorsun ve bu yayıncı kuruluştaki sana gıcık yönetmen devamlı seni gösteriyor.

Herhalde sende biliyorsun ama egon her şeyin önünde gittiği için normal.
Başkan herhalde kulağını çekmistir ama Aziz Başkan hiç uğraşmasın sen bir bebek narsistisin! Emre çok şanslı ki futbolcu olmuş. Olabilmiş de ilgi hala üzerinde kalmış.

”Zampara-Çapkın-Playboy” diye geçinen adamlarda genelde bu hastalık vardır.
Yani onlar bir kadını fethetmezler sadece kadının ilgisini isterler sonra başka bir kadınla tanışınca onun ilgisi daha çekici gelir. Yani gayet basit.. Sonsuz yalnızlık.! Bitmeyen arayışlar. Yazık ki bize, biz de bu adamlarla muhattap oluyoruz.

Yazarken bile adamın yüzü gözümün önüne geliyor. Ve diyorum ki; “yemezler bebeğim yemezler” hiç de haklı değilsin bal gibi adamın ayağına basıp sonra hakemle dalaşıyorsun. Hiç erkekçe değil Emre.. Hiç yakışmıyor.

Birden Emre’nin yaşını merak ettim. Sonra gerek görmedim google’da aramaya.. Niye mi?
Adam bebek!
Kesinlikle niye bakayım ki yaşına? Bu arada tüm bebeklerden çok özür diliyorum!

Sağlıklı psikoloji için yeşil şart



Avrupa Çevre İnsan Sağlığı Merkezi’nden Mathew White ve ekibinin çalışmasıyla, yeşil alanlarda yaşayan insanların, çok daha az depresyon veya endişe belirtisi gösterdiği ortaya çıktı.

İngiliz bilim adamlarının araştırmasına göre, kısa süreli mutluluk sebebi olan maddiyat ve terfinin yerine, yeşil alanlarda yaşamak insan sağlığı üzerinde daha olumlu etki sağlıyor. Bilim adamları, araştırma kapsamında, yeşil bölgelerde yaşamanın, daha pozitif olma, daha iyi hissetme algıları üzerinde etkisi olup olmadığının araştırıldığını ifade ettiler. Yılda 40 bin haneyle yapılan anketlerden elde edilen verileri kullanan ekip, bu anketlerde kazançtan medeni duruma ve sağlık sorunlarına kadar aile üyelerine çok çeşitli soruların yöneltildiğini belirtti. Araştırma sayesinde, şehirlerdeki parkların halk sağlığı üzerindeki olumlu etkisi de gözler önüne serildi.

Araştırma sonuçları, Environmental Science and Technology Dergisi’nde yayımlandı.

“İnternet Trolleri” genel olarak pek de sağlıklı insanlar değilmiş

Screen Shot 2014-02-21 at 00.42.29
Manitoba Üniversitesi Psikoloji Departmanı’nın yaptığı araştırmada elde ettiği sonuçlara göre internet trolleri genel olarak pek de sağlıklı insanlar değilmiş.
Araştırmacılar tarafından yapılan testlerde internet trollerinde sadizm, psikopatlık, narsizim ve makyavelizm gibi kişilik davranışlarıyla alakalı bulgularına rastlanılmış. Psikologlar bu tür vakalara “Dark Tetrad” adını vermişler. Bir birey internet trollüğünü ne kadar sürdürüyorsa, “Dark Tetrad” davranışları sergileme olasılığı da aynı oranda artmaktaymış.

Psikoloğun Tedavisi

Psikoloğun Tedavisi
Önceki yazıma (Psikoloğun Depresyonu) gelen olumlu tepkiler için yazıyı okuyup paylaşan herkese teşekkürü borç bilirim. Psikoloğun tedavisi yazısı, ilk yazıyı yazarken de aklımdaydı. Ancak tanıdığım-tanımadığım birçok meslektaşımdan aldığım olumlu tepkiler bu ikinci yazının yazılma sürecinde bana motivasyon kaynağı oldu ve bu süreci kısalttı.
Psikolog denilince akla ilk gelen; konuşarak tedavi eden (psikoterapi) ya da psikolojik danışmanlık sağlayan meslek elemanlarıdır. Bu yazdıklarım psikologların çalışma alanlarının sadece küçük bir kısmını oluştursa da genel kanı bu şekilde olmaktadır. İster yukarıda belirttiğim işleri yapsın, ister psikolojinin tamamen farklı bir alanında çalışsın (trafik psikoloğu, endüstriyel psikolog ya da spor psikoloğu gibi) ülkede psikologların yaşadığı problemler aynı temel problemlerin ürünü olarak ortaya çıkmakta.  İşin ekonomik boyutu -önemli bir kazanç kaynağı olduğu - ya da yasal boyutu- psikologların henüz bir meslek yasasının bulunmaması çok garip değil mi ?-  değerlendirildiğinde söylenebilecek çok şey bulunmakta. Ancak bu iki konu başlıbaşına başka birçok yazının öznesi olabilecek konular. Özellikle ekonomi işin içine girdiğinde psikolojiden ve psikologlardan önce bu işi makro düzeyde değerlendirip kapitalizm ya da liberal ekonomi tartışması yapılması birçok problemin temeline işaret edecektir. Bu işi çok daha iyi yapabilecek kişilere bırakıp  Türkiye'deki psikoloji eğitimi ve pratiği ile ilgili çözüm önerilerine bakalım. Bu çözüm önerilerinden bir kısmı üzerine hali hazırda birçok meslektaşımız çalışmaktadır. Ayrıca bir kısmı da kısa vaadede gerçekleşme ihtimali gerçekçi olmayan idealler olarak değerlendirilmelidir.
2013 üniversite yerleştirmelerinde yaklaşık 5000 öğrenci üniversitelerin psikoloji bölümüne yerleşmiştir (Haber). Bu sayı her geçen yıl artmaktadır ve sahaya 2017 itibari ile en az 5000 yeni psikolog çıkacaktır. Bu sayı akıllara bir çok soru getiriyor ve gerekli düzenlemeler yapılmaz ise psikologların yaşayacağı problemlerin artacağına işaret ediyor:
Öncelikle alınan eğitimin kalitesi ile ilgili soru işaretleri ortaya çıkmakta. Kabaca 100 öğrenciye eğitim veren bir okul, bu eğitim için gerekli akademik personele sahip mi? Bu sorunun cevabını vermek amacı ile Türk Psikologlar Derneği bir "Akreditasyon Kurulu" kurmuş durumdadır. Ancak Türk Psikologlar Derneğinin -meslek yasası olmaması sebebi ile- yasal yaptırımları oldukça sınırlıdır. Bu durumun önüne geçilmesi ve akademik eğitimde bir standartın yakalanması gerekmektedir.
İkinci problem bu sayıları karşılayacak istihdam ihtiyacının olup olmadığı ile ilgilidir. İşin ilginç yanı bu ihtiyacın olması gerçeğidir. Yeni mezun her psikolog yaşamak istediği şehir, etik değerleri ve ekonomik beklentilerini görmezden geldiği anda iş bulabilmektedir. Özel Eğitim ve Rehabilitasyon kurumları, Psikoteknik kurumları, Kreşler ve Anaokullar özel sektörde psikologların en sık çalıştığı ve en kolay iş bulabileceği kurumlardır.  Ancak bu kurumların ortak özelliği psikolog bulundurma zorunluluğudur (kreş ve anaokullarının zorunluluğundan emin olmamakla  beraber).  Bu durum istihdam açısından psikologlar için bir şanstır ancak iş tatmini açısından ise büyük hayalkırıklıkları yaşanmasının en önemli sebebidir. Psikolog diplomasına ihtiyaç duyan kurumlar bu diplomayı asgari ücrete kiralayabilmekte ya da psikoloğu başka işlerde çalıştırabilmektedirler. Bu durumun katı bir şekilde kontrolü yapılmalıdır ve bu kurumlara ciddi cezalar verilmelidir. Kesin çözüm ise psikolog bulundurması zorunlu kurumlarda psikologlar için maaş alt sınırı belirlenmesidir. Psikolog kendi isteği ile bir reklam ajansında 1.000 tl'ye çalışabilir, ancak yasal olarak psikolog bulundurması zorunlu kurum psikoloğa hakkını vermelidir.
Üçüncü problem psikologların kendini geliştirmek istemesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Kendini geliştirmek, bilgisini artırmak isteyen psikoloğun seçeceği yollar yüksek lisans, doktora ya da özel kurumların eğitimlerine katılmak olmaktadır.  Devlet üniversitelerinde yüksek lisans ve doktora kontenjanları çok düşük sayılarda kalmakta, bu nedenle psikoloji mezunlarının büyük bir kısmı vakıf üniversiteleri ya da özel kurumları tercih etmektedir. Bu durum hareketli bir ekonominin doğması ve eğitimin kalitesi azalırken, ücretlerinin artması sonucunu doğurmaktadır. Bu düzen sonucu ortaya çıkan ortak eleştiri "50 öğrenciye bir öğretim üyesinin süpervizyon vermesi durumu mümkün ve sağlıklı değildir" şeklinde olurken çözüm yolu psikoloji mezunlarının mağduriyetini artıracak şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Evet bu kurumların standart bir eğitim vermesi, eğitimlerinin geçerliliğinin ülke genelinde sağlanması, bellirli bir standartın altında verilen eğitimlerin piyasadan kalkması ve ücretlendirmenin adil yapılması gerekmektedir: " Ankara' da 1.400 liraya haftada 6 gün çalışan bir psikoloğun (geçen sene ben) ayda 2 günlük bir eğitim için maaşının 1.000 lirasını ayırması, geri kalan 400 lira ile geçimini sağlanması gerekmektedir (ki cumartesi çalıştığım için bedava olsa bile gidemiyordum). " Bu konuda psikologları mağdur etmeyecek düzenleme,  devlet üniversitelerinin yüksek lisans kontenjanlarını artırmasıdır. Nihai çözüm ise isteyen her psikoloğun kendi üniversitesinde yüksek lisans yapmasının önünün açılmasıdır (Kısacası psikoloji lisansını "isteyenler için" 6 seneye çıkarıp uzman psikolog olarak mezun etmek).  Bu sayede her psikolog uzmanlığını alabilecek ve etik çelişkiler ile karşılaşmak zorunda kalmayacaktır.  Buna ek olarak bölüme girerken yüksek lisans yapmasının bu kadar hayati olduğunu bilmeyen bir çok psikolog adayı (2006'daki ben gibi) da baştan 6 yıllık bir eğitimi kabul etmiş sayılacaktır. Baştan 4 sene diye başlanan eğitimin yüksek lisans ile beraber bir anda 6 seneye uzaması ekonomik ya da ailevi olarak herkes için uygun olmayabilir. Bu durumda 4 yıllık eğitim sonucunda mezun olan psikolog istese dahi yüksek lisans yapamayabilmektedir.
Son olarak insan, toplum, hayvan ya da doğa ile çalışan her meslek elemanının sorumluluklarını meslek etiği çerçevesinde gerçekleştirdiğinin sıkı bir şekilde sağlanması gerekmektedir. Öğretmen; öğrencileri için bilgilerini taze tutmak ve en uygun öğretme yöntemlerini kullanmak, polis; "halkın" güvenliğini sağlamak ve kişisel görüşlerini mesai saatlerinin dışında tutmak (19 yaşındaki bir genci döverek öldürmek hiçbirinizin mesleğinin bir parçası değil! ) zorundadır. Aynı şekilde insan psikolojisi üzerine çalışan meslek elemanlarının da danışanlarına karşı önemli sorumlulukları bulunmaktadır. Bu nedenle psikologların ya da diğer meslek elemanlarının işini yaparken kullandıkları yöntemler, yetkinlikleri sıkı sıkıya sorgulanmalı ve denetlenmelidir. Bu konudaki kesin çözüm ise Amerika'da uygulanan sistem olarak gözükmektedir. Psikologlar belirli aralıklarla bilgilerinin, kullandığı yöntemlerin tazeliğini ve geçerliliğini kanıtlamak zorunda olmalıdırlar. Bilgi ya da yöntem olarak geride kalan psikologların diplomaları dondurulmalıdır (Evet, iğneyi kendimize batırma zamanı).  
Bu değişimler olmadığı sürece, her psikolog kendi yolunu kendisi bulmak zorunda kalacaktır. Bu yolunu bulma sürecinde ise birçok meslektaşımız önemli zoruluklarla karşılaşmakta ve bir kısmı maalesef kolay yolları tercih etmektedir ve edeceklerdir.


çağdaş yalçın

Psikoloğun Depresyonu

Psikoloğun Depresyonu
ODTÜ mezunu bir psikolog ne kadara çalışmalı? İnternet üzerindeki bir anket sitesinde bu soruyu sorduğumda hiçbirini tanımadığım küçük bir gruptan cevap almayı başarabildim. Bu grubun verdiği cevaplar şu şekilde: Anketi cevaplayanların % 66'sı 4000 TL'nin uygun bir ücret olacağını düşünüyor. Geri kalanları yarısı 3000 TL (% 17) diğer yarısı ise 1000 TL (%17) kazanması gerektiğini düşünüyor. Bilimsellikten oldukça uzak, birçok başka değişkene göre sonuçları değişebilecek bu anket beni (ve bu yazıyı okuyan muhtemelen birçok psikoloğu) mesleğim üzerine düşünmeye itti. Aslına bakılırsa mesleği hakkında bu ülkede en çok düşünen grup biz psikologlarız. Her gün karşılaştığımız birçok olay bizi mesleki etiğimiz ve sınırlarımız, meslek tanımımız hakkında düşünmeye; dahası sık sık umutsuzluğa itmekte.
Üniversitelerin Edebiyat ya da Fen-Edebiyat fakültelerine bağlı psikoloji bölümleri oldukça yüksek puanlar ile öğrenci alımı yapmakta ve bu öğrencilerine psikolojinin anabilim dalları hakkında temel derslere ek olarak öğrencinin ilgisine yönelik seçmeli dersler sunmaktadır. 4 yıllık eğitimi sonucunda mezun olan psikolog, eğitimi süresince birçok kez etik ilkeler konusunda bilgilendirilmekte ve neler "yapmaması" gerektiğini detaylı bir şekilde öğrenmektedir. Diğer bir taraftan Türk Psikologlar Derneği Etik Yönetmeliği ( http://www.psikolog.org.tr/turkey-code-tr.pdf ) incelendiğinde psikoloğun yetkinlikleri ile ilgili ilkeler açıklık ile ifade edilmemiş ve psikoloğun kendi değerlendirmesine bırakılmıştır. Yetkinlik ve yeterlilik başlığı şu şekilde ortaya konmuştur:
"Psikolog, uluslararası standartlar düzeyinde ve T.C. Psikologlar Meslek Yasasının (yasalaştığında) ve Türk Psikologlar Derneği’nin gerekli gördüğü koşullara uygun yasal eğitimi alıp yetkinliğini elde etmek ve en yüksek düzeyde tutmaya devam etmek sorumluluğunu alır. Kendi kişisel ve profesyonel özellikleri ve becerileri ile geliştirmesi gereken yönlerinin bilincine varmaya çalışır ve kendini geliştirmek için uygun adımları atar. Psikolog, bu farkındalık doğrultusunda belli bir görev üstlenirken gerçekçi bir şekilde kendi yetkinliğini değerlendirmekle yükümlüdür..."
Bu etik yönetmelik çerçevesinde, etik değerlere sahip lisans mezunu bir psikolog, psikoterapi ya da daha bilinen ismiyle konuşarak tedavi uygulayabilecek eğitimi almadığını bilir. Danışanlarına ilaç önermez ve kendini yetersiz hissettiği durumlarda danışanlarına alanında yeterli bir meslektaşını bulmak ile yükümlü olduğunun farkındadır. Yetersizlikleri belirlemek oldukça kolay iken yeterlilikleri ile ilgili kısım oldukça muallakta bırakılmıştır ve psikoloğun kendini değerlendirmesinin sonucuna göre şekillenir. Örneğin geçmişinde travma yaşamış biri ile çalışıp çalışmama durumunda psikolog bu konuda yeterliliğini nasıl değerlendirmelidir? Lisans mezunu ve bu alanda üniversite dışı eğitim almamış ben, bu durumdaki bir danışan ile karşılaştığımda kendimi yeterli hissetmemekte ve etik yönetmeliğin gerekliliklerini bu çerçevede yerine getirmekteyim. Diğer taraftan ulusal bir televizyonda "geçmiş travmalarından 1 seansta arınma" iddiası ile ortaya çıkan terapistler ile karşılaşmaktayız. Kendini "psikolog", "psikolojik danışman", "yaşam koçu", "bilinçaltı uzmanı" gibi sıfatlarla tanımlayan birçok kişi aynı etik yönetmeliği kendi subjektif perspektiflerinden değerlendirip bu becerilere sahip olduklarını düşünmektedirler. Bu çerçevede hizmet verip oldukça yüksek meblağlar kazanmaktadırlar.
Her insan için hayatta kalmak en önemli önceliktir. Bu öncelik için para oldukça önemli bir araçtır. Ancak etik yönetmeliğe uygun davranıldığında ülkemizde bir psikoloğun geçimini sağlaması neredeyse imkansız gözükmektedir. Lisans mezunu psikologların kazandığı paralar batı illerinde 6 gün çalışma için ortalama 1.500 lira civarında olmakta, dahası işverenler psikologdan etik ilkeleri hiçe sayıp mesleğini gerçekleştirmesini istemektedir. Bu durumla karşılaşan psikologlar ise kendini şanslı saymalılar, çünkü birçok kurumda psikolog sadece diploması için işe alınan, pratikte sekreterlik benzeri işler yapan meslek elemanları olarak gözlenmektedir. 6 gün için 1.500 lira kazanan psikoloğun akademik (yüksek lisans vs doktora) ya da akademik olmayan (özel kurumlarda ücret karşılığı verilen sertifikalar) eğitimler alması hem maddi hem de zaman açısından imkansızdır. Bu eğitimleri alamayan bu nedenle birçok danışan için yetersiz olduğu yargısına varan psikolog, bir taraftan kendini geliştirememenin, mesleğinin gerekliliklerini yerine getirememenin üzüntüsünü duyarken; bir taraftan da işverenleri tarafından "müşteri çevirdiği" için suçlanmaktadır. Buna ek olarak mesleki etik anlayışı kendininkinden oldukça farklı olan bireylerin zengin olmasını izler, cebinde ay sonunu getirmesi imkansız bir para ve kredi kartı borçlarıyla.
İşte psikoloğun depresyonu böyle başlar.