11 Nisan 2019 Perşembe

İslam ve psikoloji meselesinde 8 yaklaşım

Zihnimin bir tarafı İslam ve ruh sağlığı alanı için çalışıyor. Bu alan için hem benim hem de bu alanda çalışacak kişiler için bir yol haritası oluşturmaya çalışıyorum. Şimdi size zihnimde toparladığım bu sekiz yaklaşımı anlatayım. 
1- Modern psikoloji önemli ama eksik: Modern psikolojinin 150 yıllık birikimi azımsanmayacak düzeyde. Bu alanda teorik çalışan on binlerce, pratik çalışan yüz binlerce insan gücü var. Mesleki örgütlenmeleri, dergileri, büyük bir kütüphanenin raflarını tek başına dolduracak kadar kitap çıktıları var. Bunlar belirli bir güce ulaşıldığının göstergeleri. Öbür taraftan modern psikolojinin sorunları var. İddia ettiği kadar bütüncül bir paradigmaya ulaşamadı, herkesi ikna edecek bir güce ulaşamadığı için fizik bilimlerine göre çok daha fazla parçalı hatta zaman zaman kaotik bir içeriği var. 
2- İlm-i nefs geleneği önemli ama bugüne yetmez: İlm-i nefs geleneğinin ürettiği bilgiyi önemsemeliyiz ama içeriği bugün için yetmez. İlm-i nefsin modern psikolojiye göre iki güçlü tarafı var. Birincisi Allah’la kurulan yaratılış bağı ile bütüncül bir insan ve evren anlayışına sahip olması. İkincisi ise insan hayatını anlamlı hale getirmesi. Ama iki zayıf yönü var. Birinci zayıflığı ilm-i nefs bilgi alanının tarihsel olup güncel olmaması. İkincisi ise teorik pratik dengesinde aşırı teorik olması. En azından bu alanda üretilenler bugünün dünyasındaki ihtiyaç ve sorun alanlarına cevap verir pratiklikte değil.
3- Metoda dayalı bilgi üretimi esastır: Bilgi üretiminin usul/metoda dayalı olması esastır. Modern psikolojinin en güçlü taraflarından biri bilimsel bir araştırma metodolojisi kurabilmiş olmasıdır. İçinde gözlem, deney, matematiğin kullanıldığı istatistik içeren bir metodoloji güçlüdür. İslam dünyasındaki ilim geleneğinin de metoda dayalı olduğunu hatırlamakta fayda var. 
4- Eleştirisellik yetmez inşa önemli: Eleştirmek fonksiyonel bir durum ama arkasından inşa gelmediğinde laftan öteye geçmiyor. Sadece modern psikolojiyi eleştiren ama neyin nasıl olması gerektiği ile ilgili bir şeyler söylemeyen yaklaşımların gideceği bir yer yok. Sadece eleştirisel bir söylem kurmak psikolojik tatminden ibaret kalabilir. 
5- Tarihçiliğe karşı güncellik: İlm-i nefs bilgi alanı büyük oranda tarihsel yani güncel değil. Bu ilim geleneği birkaç yüzyıldır kesintiye uğramış durumda. Dolayısıyla da günümüzde temsiliyeti oldukça zayıf.  İlm-i nefs psikoloji alanında bir şeyler söyleyen insanlar silsilesi ve birikimi ise, bugün bu geleneğe bağlı kişiler ne söyleyebilir? Farabi, Razi, İbn-i Sina, Gazali ile Eflatun ve Aristo birbirleriyle etkileşmişse, bugünün filozof ve ilim/bilim insanları ile etkileşerek ilm-i nefsi kurmak gerekiyor. Bugün nörobilimi, kuantum fiziği ile nöron etkileşimlerinin açıklanmasını, yapay zekâ tartışmalarını, zihin felsefesi birikimini muhatap alarak bir ilm-i nefs inşası gerekiyor. 
6- Uygulamalı ve pratik olanın teorik olandan bir adım önde olması: Modern psikolojiyi güçlü kılan taraflardan biri sadece teorik alanda kalmayıp endüstriden gündelik hayatın işleyişine kadar farklı alanlarda pratiği etkileyecek bir içeriğe sahip olmasıdır. Üretilecek bilgi pratik dünyanın içinden çıkan doğal sorulara yönelik olursa etkinlik artabilir. 
7- Esas olan bilgi ve ürün üretimi: Bizi ancak üretim kurtarır. Psikoloji alanında on binlerce insanımızın sürekli ürün çıkaran bir üretim sürecinde olması ortaya bir şey çıkarmayı mümkün kılar. Projelenmemiş, ürüne dönmemiş, çıktıya dönmemiş soyut anlık muhabbete benzeyen çabalar bizi bir yere götürmez.  
8- Psikoloji ve ilm-i nefsin birikimi insan niteliğimizi arttırmada kullanılabilir: Modern psikoloji ve ilm-i nefs geleneğinden oluşturulacak eğitim içeriğinin atölye çalışmaları şeklinde eğitime dönüştürülmesi insanımızın niteliğini arttırabilir. 

Bipolar bozukluk en çok ergenlikte başlıyor

Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Sermin Kesebir, iki uçlu duygu durum bozukluğu olarak da anılan bipolar bozukluğun duygu durum alanına ait bir bozukluk olduğunu belirterek duyguların düzenlenemediğini, duyguların şiddetini ve hızını kontrol edememek olarak tanımlanabileceğini söyledi.
MANİK DÖNEMDE COŞKU, DEPRESİF DÖNEMDE ÜZÜNTÜ VAR
Hastalığın manik döneminde coşku ya da sinirlilik, hareketlilikte ve düşüncelerde hızlanma, amaca yönelik aktivitede artış, uyku ihtiyacında azalma gibi belirtilerin görüldüğünü ifade eden Prof. Dr. Sermin Kesebir, “Depresyon dönemi ise bunun tam tersi diğer ucudur. Çökkün duygu durumu, üzüntü, karamsarlık, daha önce keyifle yapılan şeylerden artık zevk almama, isteksizlik, uyku ve iştahta değişiklik, cinsel istekte değişiklik, dikkat ve bilişsel alanda değişiklikler olarak sıralanabilir. Karma dönemde ise mani ucuna ve depresif uca ait belirtiler bir arada görülür” dedi.
20’Lİ YAŞLARDA TANILANABİLİYOR
Bipolar bozukluğun sıklıkla ergenlikte başladığını ifade eden Prof. Dr. Sermin Kesebir, “Bipolar bozukluk eğer depresif dönemle başlıyorsa maniyi görene kadar onun bipolar bozukluk olduğunu bilmiyorsunuz. Dolayısıyla hastalığın tanınması 20’li yaşlara kadar kayabiliyor. Ülkemiz genelinde yapılan çalışmalarda başlangıç yaşı genel olarak 25-26 yaş civarında” dedi.
BÜTÜNCÜL YAKLAŞIM ÖNEMLİ
Bipolar bozukluğun biyolojik, psikolojik ve sosyal anlamda bütüncül bir yaklaşımla ele alınması gerektiğini kaydeden Prof. Dr. Sermin Kesebir, “Biyolojik çünkü beyin ve beden hücresel düzeyde bir kimyasal, iki elektrofizyolojik ve uzun vadede yapısal olarak ekleniyor. Psikolojik duygu durumu düzenlemede bir güçlük var, dürtü kontrolünde bir bozukluk var. Sosyal; çünkü kişiler arası ilişkiler etkileniyor, işlevselliğiniz bozuluyor. Dolayısıyla bu bütünü gözetmeden bir tedaviden söz etmek çok da mümkün değil” dedi.
Bipolar bozukluk tanılı bir bireyin hayatında iki dönem olduğunu belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, “Bir hastalık dönemleri var, bir de iyilik dönemleri var. Dolayısıyla tedaviyi de hastalık dönemlerinin tedavisi ve koruyucu tedavi olarak iki ayıralım. Hastalık dönemlerinin tedavisinde bir idame sürdürüm tedavisinden bahsetmek gerekir. Bu da belirtileri ortadan kaldırdıktan sonra bir uyum süreci, kararlı hale gelme sürecidir” dedi.
STRES KRİZLERİ ETKİLEYEBİLİYOR
Stresörlerin bipolar bozukluğun epizotlarını başlatmakta önemli bir faktör olduğunu belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, “Epizotların sayısı arttıkça hastalığın daha ilerleyen yıllarında bu stresörün epizot ortaya çıkarıcı etkisi azalıyor” dedi.
İLK DÖNEMDE YARATICILIĞI ETKİLEYEBİLİYOR
Bipolar bozukluğun bazı kişilerin yaratıcılık özelliğini ilk dönemde etkileyebileceğini belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, “Bir duygu durumunun şiddeti, mani ya da depresyon olsun eğer o duygunun şiddeti fazlaysa, ortaya çıkışı hızlıysa birtakım yaratıcı süreçleri uyaracağını düşünebiliriz. Sanatçı hastalığı denmesinin nedeni bu anlamda duyguların çok yoğun ve şiddetli yaşanması ve çok ani değişimlerle yaşanmasıdır. Bipolar bozuklukta yaratıcılık efektif mi, ürüne yansıyor mu? Hastalığın ilk dönemlerinde evet diyebiliriz, pek çok yazar ressam eserlerini özellikle bipolar bozukluğun depresif dönemlerinde üretmişler ama hastalık ilerledikçe bu yaratıcılıktaki efektfite azalıyor. Artık bu yaratıcılık üretken bir yaratıcılık olmaktan çıkıyor ama başarılı tedavi edilen olgularda bu durum sürebiliyor” dedi.
MEVSİMSEL DEĞİŞİKLİKLER GİDİŞ BELİRLEYİCİ OLABİLİR
Mevsimsel değişikliklerin bipolar bozuklukta önemli bir gidiş belirleyici olabildiğini belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, “Bir grup hastalar mevsimsel özellik gösterir. Bu grup bipolar hastalarının içerisinde %10 ile 30 oranında bildiriliyor. Ama bipolar bozukluğun tamamında mevsimsel gidişi görmüyoruz” dedi.
FARMAKOTERAPİ VE PSİKOTERAPİ YÖNTEMLERİ UYGULANIYOR
Bipolar bozukluğu tedavisinde çeşitli yöntemlerin başarıyla uygulandığını belirten Prof. Dr. Sermin Kesebir, “Farmakoterapi ve psikoterapi uygulamaları tedavilerin vazgeçilmezidir. Psikoterapi seçenekleri arasında bilişsel davranışçı terapi, kişiler arası ilişki terapisi, sosyal ritim terapileri bipolar bozuklukta kullanılan en gereli terapiler arasında yer almaktadır. Son yıllarda kullanımı giderek yaygınlaşan Transkraniyal Manyetik Uyarım tedavisinden bahsedilebilir. Bipolar depresyonda da etkili olduğuna dair yayınlar her gün artmaktadır. EKT de hem manik dönemin hem bipolar depresyon tedavisinin en güçlü ve en hızlı etki başlangıcına sahip tedavi seçeneği sunmaktadır” dedi.

10 Nisan 2019 Çarşamba

Tarihte yapılan en korkunç psikolojik deneyler!

Canavar Deneyi
1939'da Wendell Johnson ve Mary Tudor, kekelemenin öğrenilen bir davranış olup olmadığını görmek için bir deney yapmaya karar verdiler. Deney objeleri ise yetimhaneden alınan 22 çocuktu. Bu 22 çocuktan 10 tanesinde kekeleme sorunu vardı, kalan 12 tanesinin konuşmasında hiçbir sorun yoktu.
Kekeleme sorunu çözülecek mi diye denemek için bu çocuklara konuşmalarının düzgün olduğu söylendi. Ancak bu yaklaşım işe yaramadı. Konuşması düzgün olan 12 çocuk ise iki gruba ayrıldı. Bir gruba konuşmalarında bir sorun olmadığı, diğer gruba ise konuşmaları normal olmalarına rağmen kekeledikleri söylendi.
Sonuç Johnson'ın beklediği gibi olmadı ve konuşması düzgün olan çocuklar kekelemeye başlamadılar. Ancak bu çocukların ileri düzey anksiyete atakları geçirdiği gözlemlendi. Doktorları 'canavar' olarak olarak gören bir çocuk "Onun yüzünü hatırlıyorum, ne kadar nazik olduğunu ve anneme ne kadar benzediğini... Ama benim hayatımı mahvetmek için oradaydı" demiş.

Stanford Hapishanesi Deneyi
Hapishanelerdeki acımasızlığın, hapishane ortamından dolayı mı yoksa suçluların karakterlerinden dolayı mı ortaya çıktığını görebilmek için Profesör Philip Zimbardo 1971 yılında bir hapishane yarattı. 24 öğrenci, suçlu ve gardiyan olmak üzere iki gruba ayrıldı. Suçlu rolündeki öğrencilere mahkum kıyafetleri giydirildi. Gardiyanlara ise üniformalar, düdükler, tahta coplar verildi ve suçluları kontrol etmek için neyi gerekli görürlerse yapmaları söylendi.
Saatler içerisinde, hem gardiyanlar hem suçlular agresif tavırlar sergilemeye başladılar. Gardiyanlar suçluları cezalandırmaya ve hücrelerini basmaya başladılar. Deneyin ikinci gününde suçlular isyan edince, gardiyanlar takviye birlik çağırdılar, suçluları anadan üryan soydular, hücrelerinden yataklarını aldılar ve suçluların üzerine yangın söndürücü sıktılar. Deneyde, suçluların daha itaatkar, gardiyanların ise daha saldırgan olduğu görüldü. Katılımcıların başına gelebilecek fiziksel ve zihinsel bir zararın önüne geçmek için deney 5.gününde durduruldu.

Ucla Şizofren Deneyi
1983 yılında UCLA, şizofreni tanısı almış hastaların durumunu gözlemlemek için bir deney yaptı. İlaçlarının kullanım sıklığı azaltıldığında, hastalıklarının durumunun ne kadar kötüye gittiğini görebilmek için yapılan bu deneyin objeleri şizofreni hastası insanlardı.
Deneklerden biri olan Antonia Lamadrid'in de kullandığı ilaçların dozları düşürüldü. Hastalığı oldukça kötüye giden Antonia intihar etmekten bahsetmeye başlamıştı ve 1991 yılın Ucla binasından atlayarak canına kıydı. Antonia'nın ölümü, denek olarak kullanılan bu hastaların deney hakkında bilinçli olup olmadıkları ve resmi olarak deneyi kabul edip etmedikleriyle ilgili soru işaretlerini doğurdu. Ancak mahkeme, Ucla'nın Antonia'nın ölümünden sorumlu olmadığını söyledi.


Albert Deneyi
Davranış bilimcisi John B.Watson, 1910'lu yıllarda, duygusal reaksiyonların insanlara koşullanıp koşullanamayacağını görebilmek için 9 aylık bebek Albert üzerinde bir deney yaptı. Tavşan, maymun, korkunç maskeler ve yanan gazeteler gibi birçok uyarıcıya maruz bırakılan Albert, bunların hiçbirinden korkmadı. Daha sonradan sıçan ve metal üzerine vurularak çıkarılan çekiç sesine maruz bırakılan Albert ağlamaya başlamış. Sıçan görüntüsünden sonra çekiç sesi gelecek korkusuyla sıçanı görür görmez ağlamaya başlıyormuş.
Aynı deney uygulanmaya devam ettikçe Albert'ın, sıçana benzeyen her şeyden korktuğu görülmüş. Beyaz ve tüylü olan her şey onun ağlamasına sebep oluyormuş, hatta Noel Baba'nın sakalı bile! Watson, deneyden sonra zavallı Albert'ı eski haline getirmek için hiçbir şey yapmamış. Çocuğunun deneye katılmasına izin verdiği için Albert'ın annesine 1 dolar verilmiş. Albert da 6 yaşındayken vefat etmiş.

Elizabeth Loftus Deneyi 
Psikoloji profesörü Elizabeth Loftus, insan hafızasına yaşanmamış anıların sokulup sokulamayacağını görmek için bir deney yaptı. Deneye katılanlar çocukluk hatıralarıyla alakalı bir deneye katıldıklarını zannediyorlardı. Hem katılımcılardan hem de deneklerin akrabalarından anılar anlatmaları istendi. 3 gerçek anı ve güya akrabaların anlattığı 1 yaşanmamış anıdan oluşan kitapçık deneklere sunuldu ve deneklerden bu anıları ne kadar hatırladıkları soruldu.
Birçok deneğin, aslında hiç yaşanmamış anıları yaşananlara kıyasla daha "iyi" hatırladıkları görüldü. Loftus'un bu deneyi, hiç yaşanmamış şeylerin anılarının, beyin tarafından gerçek olarak algılanabileceğini kanıtlamış oldu.


Seyirci Kalma Etkisi
"Seyirci kalma etkisi", psikolog Bibb Latane ve John Darley tarafından Kitty Genovese cinayetinin ardından keşfedildi. Sokak ortasında 38 komşusunun gözleri önünde bıçaklanan Kitty'nin yardımına kimsenin koşmaması bu terimi ortaya çıkardı.
Latane ve Darley'nin yürüttüğü bu deneyde bir aktör epilepsi krizi geçiyor rolü yapmış ve insanların davranışları gözlemlenmiş. Eğer insanlar yalnızsa %85 oranında kriz geçiren adamın yardımına koşmuş ama olaya tanık olan insanların sayısı arttığında yardım edenlerin yüzdesi 31'e kadar düşmüş. Yani, yardıma ihtiyaç duyulan bir durumda, çevrede olaya tanıklık eden kişi sayısı ne kadar fazla ise, müdahale eden kişi sayısının o oranda düştüğü gözlemlenmiş. Bunun sebebi ise "başka biri yardım etsin" düşüncesi.

Jane Elliot Irkçılık Deneyi
Irkçılık hakkında deney yapan Jane Elliot, öğrencileri göz renklerine göre ayırdı ve kahverengi gözlerin mavi gözlerden "daha iyi" olduğunu söyledi. Kendi aralarında 2 gruba ayrılan öğrenciler, mavi gözlü öğrencilerin özelliklerini yazmaya başladılar ve zorbalık yapmaya başladılar. Bu özelliklerin içinde "sakar, beceriksiz, salak" gibi şeyler yazılıydı.
Normalde öz güven eksikliği yaşamayan mavi gözlü öğrenciler hatalar yapmaya başladılar. Kahverengi öğrencilerin ise öz güvenlerinin arttığı gözlemlendi. Bir sonraki gün ise Jane Elliott rolleri değiştirdi, bu sefer "daha iyi" olan grup mavi gözlü öğrencilerdi. Bu şekilde öğrenciler birbirlerine zorbalık yapmamayı ve üstün bir grubun olmadığı fikri verilmeye çalışıldı.


MK Ultra Projesi
1953 yılında yapılan MK Ultra Projesi, biyolojik ve kimyasal materyallerin insan davranışları üzerindeki etkisini gözlemlemek için yapılan bir deneydi. Ancak deney amacından şaştı ve illegal haplar yüzlerce Amerikalı üzerinde test edildi.
Araştırmalar, hipnoz etkisi ne kadar uzatılabilir, uykusuzluk nasıl çözülür ve sorgu altındayken yapılan işkenceye karşı koymak için hangi ilaçlar kullanılabilir sorularının cevabını almak için başladı. Denekler ise seks işçileri, mahkumlar ve ölümcül hastalığı olan insanlardı. Verilen bütün ilaçların yanı sıra, deneklere LSD de verildi ve işin kötüsü denekler verilen ilaçların ne olduğunu bilmiyorlardı. Deneyden sonra 2 kişi öldü ve birçok kişi ilaçların yan etkisi altında kaldı.


Robbers Cave Deneyi
1954'te Muzaffer Şerif, ortak bir tehditle karşı karşıya kalınırsa karşıt fikirli iki grup arasındaki düşmanlığın durulacağı düşüncesiyle bir deney yapmaya karar verdi. Deneyde, birbirine benzer 11-12 yaşlarında 22 erkek çocuk yer alıyordu. İki gruba ayrılan öğrencilerin bir müddet boyunca birbirlerinden haberleri olmadı.
Grup içinde bir hiyerarşi oluşturan çocukların, karşı grubu gördüklerinde düşmanca tavırlar sergiledikleri gözlemlendi. İki grubun birlikte yaptıkları aktiviteler, takımlar arasındaki rekabeti ve kini giderek arttırdı. Bu gözlemler sonucunda Şerif bir orman yangını çıkardı ve iki grubun da bu ortak tehdide karşı birlikte çalıştığını gördü. Ancak, Şerif'in orman yangını çıkarıp 22 çocuğun bu yangını söndürmesini beklemesi ve çocuklara bu konuda bilgi verilmemesi birçok eleştiri aldı.


Milgram Deneyi
1960'lı yıllarda yapılan Stanley Miligram’ın deneyinde insanların şahsi görüş, düşünce ve vicdanlarına rağmen otorite karşısında verdikleri tepkiler ve boyun eğip eğmediklerinin gözlemlenmesi amaçlandı. Verilen emirlere insanların ne ölçüde uyacağını merak eden Stanley, katılımcıları önce partnerleriyle tanıştırdı ve onlara "öğretmen" rolü verdi. "Öğrenci" ise bu çalışma için tutulmuş bir aktördü.
Ayrı odalarda duran öğretmenler ve öğrenci sadece sözlü olarak iletişim kurabiliyorlardı. Öğretmen 15 voltdan 450 volta kadar elektrik verebilen bir jeneratörün önünde duruyordu ve öğrencinin verdiği her yanlış cevapta ona elektrik vermesi emredildi. Öğretmen rolündeki her katılımcı, öğrenciye 300 volta kadar elektrik verdi. Katılımcıların 3'te 2'si ise, oldukça tehlikeli olduğu söylense bile 450 volta kadar elektrik verdi.  Bu deneyin sonunda Stanley şöyle bir sonuç çıkardı: Eğer insanlara kendilerinden üstün bir güç tarafından bir emir veriliyorsa, bu emirlere sadık kalıyorlar.




Çikolatanın Mutlulukla Bir İlgisi Olmalı

 Nörolog Dr. Mehmet Yavuz, çikolatanın insan psikolojisi üzerindeki etkilerini anlatıyor.

Kimi zaman en güzel anlarımıza eşlik eder, kimi zamansa dibi gördüğümüzde yardımımıza yetişir. Mutlulukla da ilgisi vardır, sağlıkla da…Eğer çikolata yemek için bir bahane aramayanlardansınız şanslısınız. Çünkü tadıyla ve kokusuyla harikalar yaratan çikolata, hem mutluluğun adresine dönüşüyor hem de beyne ve hafızaya iyi geliyor.
Depresyondan kaçış noktası; buzdolabı
Modern hayatın yoğun keşmekeşi ve stresi en çok insanın psikolojisini yıpratır. Yorulmuş bir psikoloji ise kendini iyileştirecek çözümler arar. Bu çözümlerin başında ise insanın en temel ihtiyaçlarından biri olan beslenme gelir. Zaten her depresyon sonrasında kendimizi buzdolabının başında bulmamızın sebebi yiyeceklerin güvenli liman olmasıdır. Bu, her ne kadar çeşitli kilo problemlerini beraberinde getirse de ölçüsü korunduğu takdirde mutluluk hormonlarını harekete geçirebilir. Özellikle de bu yiyecek bir çikolata ise…
Bir parça çikolata, bin parça mutluluk…
Çikolatanın hormonlar üzerinde yarattığı etkiyi ve mutlulukla olan ilişkisini bilmeyen yoktur. Üstelik çikolatanın bu ünü, yapılan bazı araştırmalarla da kanıtlanmıştır. Yani ortada bir şehir efsanesinden çok, bilimsel veriler var. Bu konuda yapılan araştırmalar gösteriyor ki; kakaonun içeriğinde yer alan biyoaktif besin bileşenleri ve magnezyum vücutta serotonin adı verilen mutluluk hormonunun artmasını sağlıyor. Bu durum ise kişiye bir parça mutluluk olarak yansıyor.
Beyin, çikolatayı ödül olarak algılıyor
Çikolatanın bilimsel olarak kanıtlanan etkisi hormonların da ötesinde bir anlam taşıyor. Beyne gönderdiği olumlu etkiler sayesinde çikolata, kişinin kendini daha iyi hissetmesini sağlıyor. Beyin vücuda giren çikolatayı bir ödül olarak algılıyor ve endorfin salgılanmasını sağlıyor. Çünkü çikolata beyne doğrudan etki eden tiramin, feniletilamin, teobromin ve kafein gibi bileşikleri içeriyor.Ayrıca çikolatanın phenethylamine (PEA) içermesi sinir sistemini uyarmasını sağlıyor. Sonuç mu? Mutluluk…
Çikolata mutluluktan daha fazlasını veriyor
Çikolata lezzetiyle ve kokusuyla hem mideyi hem de beyni besliyor. Çok güçlü bir antioksidan olan çikolata, kanserle mücadele ediyor, kalp hastalıklarına iyi geliyor. Çikolatanın faydaları ile ilgili yapılan araştırmalar gösteriyor ki, mucize besin çikolata; görsel uzamsal hafızayı ve zekayı, çalışma belleğini, tarama ve izlemeyi, soyut akıl yürütmeyi geliştiriyor. Aynı zamanda çikolatanın ana maddesi olan kakaonun içeriği, kan akışının beyne doğru hızlanmasını sağlıyor. Bu durum beyin fonksiyonlarının gelişimine katkıda bulunuyor.
Her gün 20 gram çikolataya kim hayır diyebilir?
Çok eski dönemlerde Tanrı'nın yiyeceği olarak kabul edilen, birçok tarihi kaynakta şifa niyetine tüketildiği söylenen çikolata hatta bir dönem eczanelerde satılırdı. Ancak her şeyde olduğu gibi çikolata da doğru ölçüyü bulmak ve dozunu kaçırmamak çok önemlidir. Bu noktada en ideal ölçü, günlük 20 gramdır. En sağlıklı olan tercih ise çok daha fazla kakao miktarı içeren bitter çikolatadır

Üniversiteli Gençlere 'Güvenli İlişki' Eğitimi

ALTINBAŞ Üniversitesi Psikoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi'nce hayata geçirilen 'İlişki Becerileri Çalışma Grubu, 18-22 yaş arası üniversite öğrencilerine güvenli ilişki eğitimleri veriyor.
Uzmanlar, çiftler arası ilişkiler ve özellikle artan kadına şiddet olaylarının önlenmesi konusunda polisiye ve adli tedbirlerden önce eğitim ve bilinçlendirme çalışmalarının önemine dikkat çekiyor. Bu bağlamda, Altınbaş Üniversitesi Psikoloji Araştırma ve Uygulama Merkezi 'İlişki Becerileri Çalışma Grubu'nu hayata geçirdi. Çalışma grubunda, uzman bir akademisyen tarafından öğrencilere güvenli ve sağlıklı ilişki eğitimleri verilmeye başlandı.

"EŞİTLİKÇİ İLİŞKİLERİN DESTEKLENMESİNİ AMAÇLIYORUZ"
'Flört ilişkilerinde şiddet nedir, güvenli ilişkiler nasıl kurulur, ilişkide güç dengesi nasıl sağlanır' gibi soruların cevaplandığı grup çalışmasında, ilişkiler ve bireyler arası iletişim süreçlerinin farklı yönleri, çeşitli eğitsel aktivitelerle anlatılıyor. 18-22 yaş arasındaki üniversite öğrencilerine açık ve eğitimlerin ücretsiz olduğu çalışma hakkında bilgi veren Altınbaş Üniversitesi Psikoloji Bölümü Öğr. Üyesi Anıl Özge Üstünel, üniversite çağındaki gençlerin flört ilişkilerinde şiddetin yaygın biçimde görüldüğünü belirtti. Üniversite döneminin gençlerin gelişimleri için çok önemli olduğunu ve bu dönemde kurulan ilişkilerde yaşanan şiddetin ileriki yaşlarda psikolojik ve fiziksel sağlığı olumsuz yönde etkilediğini vurgulayan Üstünel, "İlişki Becerileri Çalışma Grubu ile gençlerin kalıplaşmış toplumsal cinsiyet rollerini sorgulamasını, ilişkilerdeki rollerine ilişkin iç görü geliştirmesini şiddeti tanıma ve şiddetle baş etme becerileri edinmesini  hedefliyoruz. Bu sayede, yakın ilişkilerde özellikle gençlere ve kadınlara yönelik şiddetin önlenmesi ve daha eşitlikçi ilişkilerin desteklenmesini amaçlıyoruz" diye konuştu.
Her çarşamba 15.00-17.00 saatleri arasında Altınbaş Üniversitesi Gayrettepe Yerleşkesi'nde gerçekleştirilen 'İlişki Becerileri Çalışma Grubu'nda eğitimler 15 Mayıs Çarşamba günü sona erecek. - İstanbul